Mekke'de nazil olmuştur, yedi âyettir.
1- Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla.
2-4- Hamd, âlemlerin râbbi, merhamet eden, bağışlayan ve ceza gününün sahibi olan Allah'a mahsustur.
5- Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.
6-7- Sen, bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların ve sapanlarınkinc değil;[1]
GİRİŞ
Fatiha suresi yedi âyettir ve Mekke'de nazil olmuştur. Kur'ân-ı kerimin âyetleri, nazil oldukları yer ve zamana göre "Mekkî" ve "Medenî" diye ikiye ayrılırlar. Bu konuda çeşitli görüşler bulunmakla beraber, çoğunluğun görüşüne göre, yer ve zaman itibariyle nerede ve ne zaman nazil olurlarsa olsunlar, hicretten önce nazil olanlara "Mekkî" yani, "Mekke'de nazil olmuştur." Hicretten sonra nazil olanlara da "Medenî" yani "Medine'de nazil olmuştur." denir. Görüldüğü gibi bir ayırımda hicret olayı esas alınmıştır.
Mekki ve Medeni âyetler, gerek muhteva gerekse diğer hususlarda bir kısım aynı özellikler taşırlar. Bu özellikleri bilenler, âyetin Mekki veya Medeni olduğunu anlarlar.
Mekkî âyetler, Allah'a eş koşmaya ve putperestliğe karşı yoğun bir hücum ifadesi taşırlar. İnsanları, Allah tarafından gönderilen vahye, Peygamberin davetine ve Allah'ın hidayetine çağırırlar. İnsanları kötülüklerden sakındırıp hayra yöneltirler. İnkârı, fâsıklığı, isyanı, cehaleti, huy kabalığını, kalb çirkinliğini, katı sözlülüğü ve benzeri menfî davranışları çirkin gösterirken, insanlara imanı, itaati, nizamı, ilmi, sevgiyi ve acımayı telkin ederler. Kalb ve dil temizliğini sevdirirler.
Mekkî âyetler şekil bakımından kısa fakat mânâ bakımından çok vecizdirler. Kur'ân-ı kerim, edebiyatın ve her çeşit söz sanatının ileri olduğu o dönemde bütün şair ve edipleri âciz bırakmıştır. Kur'an âyetlerinin bir benzerini kimse yapamamış ve onların anlamına yakın bir mânâyı da kimse bulup ifade edememiştir. Bunu şu ana kadar kimse yapamadığı gibi bundan sonra da yapamayacaktır.
Medenî âyetlere gelince: Bu âyetler, teşrii inceliklerden, hükümlerin tafsilatından, medeni, cezai, iktisadi, siyasi hükümlerden bahsederler.
Devletler hukukundan, şahsi haklardan, ibadet ve muamelattan bahisle bu hususların nasıl yerine getirileceğini beyan ederler.
Medenî âyetler, ehl-i kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlar!, İslam'a davet eder, onların batıl inançlarını reddederler. Onların, daha önce gönderilmiş olan ilahi kitaplarda yapmış oldukları tahrifatı haber verirler.
Medenî âyetlerde muamelatla ilgili meseleler detaylı olarak anlatılır. Tarihte yaşamış ümmetlerin durumları beyan edilir. Bunların, Allah tarafından gönderilen Peygamberleri inkâr etmeleri sebebiyle başlarına gelen ilahi azaplar açıklanır. Onların başlarına gelen felaketleri ibret olarak ortaya koyar ve bu âyetler, aynı hataya düşerek aynı korkunç akıbetle karşılaşmamız için bizi uyarırlar... [2]
Fatiha Suresinin İsimleri
Fatiha suresinin bir'den çok ismi vardır. Bunları kısa olarak şöylece Özetlemek mümkündür:
a- Fatiha veya el-Fatiha: "Açılacak bir şeyin veya yerin ilk açılan yeri veya okunup yazılacak bir şeyin evveli" demektir. Kur'an-ı kerimin tertibinde ilk sure Fatiha olduğu ve Kur'an'a bu sure ile başlandığı için bu sureye bu isim verilmiştir.
b- Elhamd ve Elhamdülillah: Surenin birinci kelimesi "Elhamd" olduğu için veya sure, Allah'a Hamd etmeyi ihtiva ettiği için ona bu isim verilmiştir.
c- Ümmül Kitap: "Kitabın anası" demektir, fatiha suresine bu ismin verilmesi, bu surenin, Kur'an'ın temel prensiplerini kapsamasındandır. Şöyle ki, surede Allah teâlâ, layık olduğu sıfatlarla anılmakta, kulların, yalnız ona kulluk etmeleri ve sadece ondan yardım dilemelerinin gerektiği bildirilmekte ve geçmişteki sapık ümmetlerin durumuna düşülmemesi öğütlenmektedir. Böylece bu surede genel prensipler zikredilmektedir. İşte bunun için bu sureye "Ümmül Kitap" ismi verilmiştir.
d- Ümmül Kur'an: "Kur'anın anası" demektir. Peygamber efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurmuştur:
"Elhamdülillah, Ümmül Kur'andır. Ümmül kitaptır ve Seb'ul Mesanidir.[3]
e- El-Esas: Fatiha suresi Kur'anın temel prensiplerini kapsadığı için ona
"Ümmül Kitap" dendiği gibi aynı sebepten dolayı "El Esas" da denilmiştir,
f- El-vafiye: "Mükemmel" demektir,
g- El Kâfiye: "Yeterli" demektir,
h- Elkenz: "Hazine" demektir.
ı- Seb'ul Mesani: "Yedi âyet" veya "Devamlı tekrar edilen yedi âyet." demektir. Bu konuda Hicr suresinin seksen yedinci âyetinde: "Şüphesiz biz sana, yedi âyet olan, namazlarda tekrar edilen Fatihayı ve yüce Kur'ânı verdik." buyurulmaktadır.
i- Es-salah: "Namaz suresi" demektir. Fatiha suresine bu isim de verilmiştir. Çünkü Fatihasız namaz yoktur. Resulullah (s.a.v;) bir Hadis-i şerifinde:
"Fatiha'yi okumayan kişinin namazı olmaz. [4] buyurmuştur.
Her farz namazda Fatihanın en az iki rekatta birer kere okunması vaciptir. Ancak Hanefi mezhebine göre cenaze namazında Fatiha okunmaz. Çünkü bu namaz, tam anlamıyla bir namaz değil, ölen için dua mahiyetindedir.
j- Şükür: "Verilen nimetler karşısında o nimetleri vereni övmektir."
k- Dua "Kulun rabbinden istekte bulunmasıdır."
l- Şifa: Fatiha suresi manevi hastalıklara şifa mahiyetinde olduğu için ona bu isim de verilmiştir.
Taberi, Ebu Hureyre'nin, Resulullah'tan, Fatiha suresi hakkında şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Fatiha, Ümmül Kur'an (Kur'anın anası) Dua, Fatihat'ül kitap (Kitabın başlangıcı) Seb'ul Mesani (Tekrar edilen yedi)dir."
Taberi. fatiha suresine "Fatihatül kitap" denilmesinin sebebinin, Kur'an-ı kerimin başında yazılması ve namazlarda ilk okunan âyet olması olduğunu söylemiştir. Taberi, fatihaya "Ümmül Kur'an" denmesinin sebebinin de, onun, diğer surelerden önce zikredilmesi, yazılış ve okunuşta başta bulunması olduğunu söylemiştir. Zira Araplar, bir kısım şeyleri altında toplayana veya bir kısım şeylerin önünde gelene, o şeylerin "Anası" derler.
Taberi, Fatihaya "Yedi" denilmesinin sebebinin, onun, yedi âyetten meydana gelmiş olduğu meselesi olduğunu söylemişir. Fatiha bazı sahabi ve tabiin ve Küfe halkının çoğunluğuna göre âyetiyle birlikte yedi âyettir. Medine halkının çoğunluğu ve diğer âlimler ise fatihanın, besmelenin dışında yedi âyet olduğunu ve "En'amte aleyhim"den sonrasının, yedinci âyet olduğunu söylemişlerdir.
Taberi, fatihaya "Mesani" yani (ikilenen, tekrarlanan) denilmesinin sebebinin, onun, her nafile ve farz namazlarda tekrarlanması olduğunu, Hasan-i Basri'nin de bu görüşte olduğunu zikretmiş ve fatihaya "Mesani" denilmesinin, Kur'an'ın tümüne ve diğer bazı surelerine "Mesani" denilmesine ters düşmeyeceğini söylemiştir. Zira, Kur'anın diğer surelerine veya tümüne "Mesani" denilmesinin, başkaca izahlarının da olduğunu söylemiştir. [5]
Fatiha Suresinin Muhtevası
Bir ismi de "Ümmül Kur'an" yani (Kur'an'ın anası) olan fatiha, çok derin mânâlar ifade etmektedir. Onun ifade ettiği mânâları tam anlamıyla kavrayabilmek oldukça güçtür ve onun yüceliğini ancak Cenab-ı hak bilir.
Cenab-ı Hak bu sure-i celilede. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğini gösteren delilleri bir arada zikretmeyi dilemiştir.
Fatiha Suresinin Fazileti
Fatiha suresinin fazileti hakkında Peygamber efendimizden şu hadisi şerifler rivayet edilmektedir:
Ebu Said b. el-Mualla diyor ki:
"Ben, mescitte namaz kılarken Resûlullah beni çağırdı. Namazda olduğum için cevap veremedim. Namazı bitirdikten sonra dedim ki:
Resûlullah da dedi ki:
"Allah, "Ey İman edenler, Allah'ın Resulü sizi kendinize hayat verecek şeylere davet ettiği zaman hemen Allah'ın ve Resulünün davetine icabet edin.. [7] buyurmuyor mu?"
"Sen, mescitten çıkmadan önce ben sana öyle bir sure öğreteceğim ki o, Kur'an'ın en yüce süresidir." Sonra Resûlullah elimden tuttu ve mescitten çıkmak istedi.
Ben de "Ey Allah'ın Resulü, sen bana
Peygamber efendimiz diğer bîr hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur:
"İmam amin dediğinde "Âmin" deyin. Kim böyle der de söylediği bu söz, meleklerinkine rast gelirse, onun geçmiş bütün günahları bağışlanır." [9]
Diğer bir hadis-i şerifinde de şöyle buyuruyor:
"Hayatım, kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, Allah, ne Tevratta, ne İncilde, ne zeburda ne de Furkan'da (Kur'anda) bu fatihanın bir benzerini indirmiştir. O, bana verilen "Seb'ul mesani ve Kur'an-ı azimdir." [10]
Abdullah b. Abbas diyor ki:
"Bir gün Resûlullah, Cebrail ile birlikte otururken yukarıdan bir gıcırtı işitti. Cebrail başını yukarı doğru kaldırdı ve şöyle dedi:
"Bu, bugün gökte açılan bir kapıdır. Bu kapı bu güne kadar hiç açılmamıştı. O kapıdan bir melek indi. Bu melek yeryüzüne inen bir melektir. Bu güne kadar hiç inmemişti. Melek selam verdi ve şöyle dedi:
"Senden önce hiçbir Peygambere verilmeyen ve sadece sana verilen şu iki nurdan dolayı sana müjdeler olsun. Bunlar, Fatihat'ül Kitap ve Bakara suresinin sonudur. Bunlardan okuduğun her harfin karşılığı mutlaka sana verilecektir. [11]
Peygamber efendimiz diğer bir hadis-i şerifinde de şöyle buyuruyor:
"Allah teala buyurdu ki: "Ben, benimle kulum arasında namazı (Adına namaz denen fatihayı) ikiye ayırdım. Kulum ne dilerse ona verilir.
Kul ‘Âlemlerin rabbi olan Allah’a hamdolsun’ deyince, Allah teâlâ 'Kulum bana hamdetti' der. Kul: 'Allah esirgeyen ve bağışlayandır' deyince Allah teala 'Kulum beni övdü' der kul, ‘O din gününün hükümdarıdır’ deyince 'Kulum beni yüceltti.' der. Diğer bir rivayette ise 'Kulum işleri bana teslim etti' der. Kul: 'Biz ancak sana ibadet eder, yalnızca senden yardım dileriz’ deyince Allah 'Bu, benimle kulum arasında bir meseledir. Ona dilediği vardır.' der. Kul: ‘Bize doğru yolu göster, nimet verdiklerinin yolunu; gazaba uğramışların ve şaşırıp sapmışların yolunu değil’ deyince Allah: 'Bu da kuluma ait olan bölümdür. Kulumun dilediği ona verilir' der. [12]
"Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım[13] (Eûzu billahi mineş-şeytânirracîm)
Ey Allah'ım, dinim hususunda bana zarar vereceğinden veya rabbime karşı yükümlü olduğum bir vazifemden beni alıkoyacağından korktuğum şeytanın şerrinden, yaratıklarına değil sadece sana sığınırım."
Allah teala Kur'an-i Kerîmin çeşitli âyetlerinde, müminlere, insanlara karşı esnek davranmalarım emrederken, şeytandan kesinlikle uzak olmalarını ve onun şerrinden, kendisine sığınmalarını emretmiştir.Cen'ab-ı Hak, müminlerin, insanlara karşı nasıl davranmaları gerektiğini beyanla buyuruyor ki:
"Ey Muhammed, sen af yolunu tut. İyiliği emret ve cahillere aldırış etme." [13]
Yine Cenab-ı Hak, şeytanlara karşı nasıl davranılması gerektiğini beyan ederekte buyuruyor ki:
"Eğer şeytan tarafından sana bir vesvese gelirse Allah'a sığın. Şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir. [17]
"Ey Muhammcd, de ki: "Rabbim, şeytanların vesvesesinden sana sığınırım."Rabbim, yanımda bulunmalarından da sana sığınırım. [18]
Eğer şeytandan, seni dürtecek bir vesvese gelirse hemen Allah'a sığın. Şüphesiz ki o, herşeyi işiten ve bilendir," [19]
Şeytanın şerrinden kesinlikle kaçınılmasının emredilmesinin hikmeti, onun, iyilikten anlamaz olması ve insanoğlunun helakinden başka bir şeye razı olmamasıdır. Halbuki insanlar, aynı cins yaratıklar olmaları sebebiyle birbirlerine yakın ve birbirlerine karşı hoşgörülüdürler.
İşte bu sebepledir ki Allah teala, Kur'anı okumaya başlarken, şeytanın şerrinden kendisine sığınılmasını emretmiş ve şöyle buyurmuştur.
"Ey Peygamber, Kur'anı okumak istediğin zaman, Allah'ın rahmetinden kovulmuş olan şeytandan Allah'a sığının.[20]
Bu hususta Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'den de çeşitli hadisi şerifler rivayet edilmektedir.
Allahın huzurundan kovulmuş olan şeytanın dürtmesinden, gururlandırılmasından ve üflemesinden (vesvesesinden) her şeyi işiten ve bilen Allah'a sığınırım. [21]
Muaz b. Cebel diyor ki:
"İki kişi, Resulullahın yanında birbirlerine hakaret ettiler. Onlardan biri o derece kızdı ki, ben, öfkesinden burnunun patlayacağını zannettim. Bu durumu gören Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Ben, bir kelime biliyorum ki o, bunu söyleyecek olsa öfkesi gidecektir." Ben, "O kelime nedir ya Resulallah?" diye sordum o da Ey Allah'ım!, kovulmuş şeytanın şerrinden sana sığınırım." demendir" buyurdu. [22]
Taberi diyor ki: "Arapçada şeytan, "İsyankâr ve azgın olan her cin, insan, hayvan ve diğer her şeye denir. Nitekim yüce mevla bir âyet-i kerimesinde insanların da şeytanları bulunduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur.
"Sana yaptığımız gibi her Peygamber için de insan ve cin şeytanlarından düşmanlar yaratmıştık.. [23]
Hz. Ömer (r.a.) bir katanaya (At'a) binmiş, at çalımlı bir şekilde yürümüştür. Bundan dolayı Hz. Ömer onu dövmüş, at ise daha da çalımlı yürümeye başlamıştır. Bunun üzerine üstünden inmiş ve
"Beni bir şeytana bindirmişsiniz meğer. Kendimi tanımaz hale gelmeden ondan inmedim. (Yani onun üzerinde iken kendimi başka bir şekilde hissettim.) demiştir.
Taberi diyor ki: "Her şeyin isyankârına "Şeytan" denmesinin sebebi, onun ahlak ve davranışlarının, benzerlerinden farklı ve uzak olmasındandır. Zira "Şeytan" kelimesinin asıl anlamı "Uzak olan" demektir. "
Abdullah b. Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Cebrail, Hz.Muhammede ilk geldiğinde ona dedi ki:
"Ey Muhammed de ki, Ben, kovulmuş şeytanın şerrinden, işiten ve bilen Allah'a sığınırım."
Yine de ki: "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlarım."
Cebrail daha sonra şöyle dedi: "Ey Muhammed, yaratan rabbinin adıyla oku."
Abdullah b. Abbas diyor ki: "Allah'ın, Cebrail'in lisanıyla Muhammed'e indirdiği ilk sure budur (Alak süresidir) Allah, Peygamberine, yaratıklarına değil kendisine sığınılmasını emretmiştir.
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla (Bismillahirrahmanirrahim)
Surelerin başında bulunan besmelenin, Kur'an-ı Kerimden bir âyet olduğu hususunda bütün âlimler ittifak etmişlerdir. Zira besmele. Neml suresinin otuzuncu âyetinde açıkça zikredilmiştir. Bu âyetle şöyle buyurulmuştur. (Mektup Süleyman'dan geliyor ve orada "Rahman ve Rahim olan) Allah'ın adıyla" diye yazıyor.
Fakat besmelenin, başında bulunduğu suredeki âyet sayısına dahil bir âyet mi yoksa sureden ayrı müstakil bir âyet mi olduğu veya sadece Fatiha suresinin bir âyeti olup, bu âyetin her surenin başında tekrar mı edildiği, yahut da Neml suresinin bir âyeti olup diğer surelerin başında, sureleri birbirinden ayırmak için mi yazıldığı hususları ihtilaflıdır.
Peygamber efendimiz (s.a.v.) besmelenin fazileti hakkında şöyle buyuruyor:
"Herhangi bir söze veya önemli bir işe Allah'ın adı anılmadan başlanırsa o iş, neticesizdir, güdüktür. [25]
(er-Rahman, er-Rahim) Taberi, bu iki sıfatın kökünden türetildiğini, aynı kökten türetil melerine rağmen, her bir sıfatın diğerinden farklı bir mânâ taşıdığını söylemiş ve bunu şöyle izah etmiştir:
Arap dili yönünden "Rahman" kelimesi, türetildiği köke "Rahim" kelimesinden daha uzaktır. Bir şeyi, türetildiği köke daha uzak olan bir kelimeyle sıfatlandırmak onu, daha fazla övmek veya yermek olur. "Rahman" kelimesi, övme için kullanıldığından, Allah teaâlâ'yı bu sıfatla vasıflandırmak, "Rahim" sıfatıyla vasıflandırmaktan daha kuvvetlidir. Bu itibarla "Rahman"in mânâsı, "Rahim'den daha geniştir.
Ebu Said el-Hudrî, Resulullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Meryemoğlu İsa şöyle demiştir: "Rahman, âhirette ve dünyada merhamet edendir." "Rahim" ise "Yalnız âhirette merhamet edendir."
Allah teâlâ'nın, özel bir şekilde merhamet ettiğini ifade eden "Rahim" kelimesini, sadece dünya veya sadece âhiret için yorumlamak mümkün olduğu gibi, her ikisi için de yorumlamak mümkündür.
Allah teâlâ'nın, yalnızca dünyada mümin kullarına merhameti, onları iman etmeye, kendi emirlerine ve Peygamberlerine itaat etmeye ve yasakladığı şeylerden kaçınmaya muvaffak kılmasıdır. Kâfirlere böyle bir lütufta bulunmamıştır.
Allah teâlâ'nın, sadece âhirette, mümin kullarına merhameti ise nimetlerle dolu cennetleri ve ebedi kurtuluşu bahşetmesidir. Kâfirlere, ve müşriklere böyle bir lütufta bulunmamıştır.
Allah teâlâ'nın, hem dünya hem de âhirette sadece müminlere lütfettiği şeylere misal olarak yukarıda zikredilen nimetler gösterilebilir.
Allah teâlâ'nın, umumi bir şekilde merhamet ettiğini ifade eden "Rahman" kelimesini de hem dünya için hem de âhiret için yorumlamak mümkün olduğu gibi sadece dünya veya sadece âhiret için yorumlamak ta mümkündür.
Allah teâlâ'nın, dünyada, hem mümin hem de kâfirlere olan umumi rahmetine misaller de pek çoktur. İnanan, inanmayan bütün insanlara çeşitli rızıklar vermesi, onlara akıl nimetini bahşetmesi, vücut sağlığını bahşetmesi, bulutlan yürüterek onlardan yağmur yağdırıp yeryüzünde çeşitli bitki ve gıdaları bitirmesi, bu gibi lütuf ve merhametlerindendir. Bu hususta Allah teala "Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız.. [26] buyurmuştur.
Ata el-Horasani ise, "Rahman" ve "Rahim'i izah ederken şöyle demiştir:
"Allah teâlâ'nın özel isimlerinden biri olan "Rahman" kendisinden koparılıp insanlara da söylenince, Allah teâlâ kendisini, rahman ve Rahim sıfatıyla sıfatlandırmıştır." Ata bu sözüyle şunları söylemek istemiştir: "Rahman, sadece Allah teâlâ'ya mahsus olan bir sıfattı. Müseylimetül Kezzab, Allah teâlâ'nın bu sıfatını kendisine de takınca bu defa Allah teâlâ, kendisini diğer yaratıklardan uyıretmek için kendisinin "er-Rahman" ve "er-Rahim" olduğunu beyan etmiştir. Zira yaratıklar, bu sıfatlardan sadece birini kendilerine takarlar. İkisini birden takmazlar. İşte Allah teâlâ bu sıfatlarla diğer yaratıklardan ayırd edilmiş oldu.
Taberi diyor ki: "Anlayışı kıt olan bazı insanlar, Arapların, İslamdan Önce "Rahman" kelimesinin ne demek olduğunu bilmediklerini söylemişler ve buna delil olarak ta müşriklerin, Resulullah'a: "... Rahman da neymiş? Senin bize emrettiğine mi secde edeceğiz?".. "Derler. [29]şeklinde söyledikleri sözü göstermişlerdir. Aslında müşrikler inatlaşarak, bildikleri şeyi duymadıklarını iddia ediyorlardı. Nitekim Allah teâlâ, bîr âyet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler Peygamberi, kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.. [30] Evet, müşrikler, Hz. Muhammed'in hak Peygamber olduğunu, daha önceki kitaplardan bildikleri halde onu inkâr etmişler ve reddetmişlerdir. İşte Allah teâlâ'nın, "Rahman" sıfatı da böyledir. Nitekim bazı cahiliye şiirlerinde de "Rahman" kelimesi zikredilmiştir.
Taberi diyor ki: "Yine müfessirlerin tefsirlerini iyi bilmeyen, Selef-i Sali-hin'den nakledilen rivayetleri az bilen bazı kimseler "Rahman" kelimesinin mânâsının, "Merhamet sahibi" demek olduğunu, "Rahim" kelimesinin mânâsının, "Merhamet edici" demek olduğunu söylemişlerdir.
Böylece, "Rahman" ile "Rahim'in farklı şeyler olduğunu izah etmeye çalışmışlardır. Fakat bu sözlerin ardından, bir kelimeden iki kelimenin türetildiğini ve kelimelerin lafızlarının farklı olmalarının buna müsait olduğunu söylemişlerdir. Böylece, daha önce, birbirlerinden farklı şeyler olduklarım izah etmeye çalıştıkları "Rahman" ve "Rahim"in aynı şeyler gibi olduklarını ifade eder olmuşlardır.
Allah teala, sadece kendisine özgü olan "Allah" ismini diğer sıfatlarından önce zikretmiştir ki, dinleyici Hamd etmeyi ve yüceltmeyi kime yapacağını bilsin. İşte bu sebeple Allah teâlâ, önce "Allah" ismiyle başladı. Zira, Allah, ne isim takma yönünden ne de mânâsı yönünden Allah'tan başka hiçbir varlığa izafe edilemez.
Çünkü uluhiyetin mânâsı, "Kendisine kulluk edilen" demektir. Allah'tan başka kimseye kulluk edilemez. Ayrıca, Allah teala, herhangi bir varlığa "Allah" denilmesini yasaklamıştır. "Allah" isminden sonra ise "Rahman" sıfatı zikredilmiştir. Allah teala, yaratıklarının, kendilerine bu ismi vermelerini de yasaklamıştır.
Fakat, yaratıklarından bazılarına "Merhamet sahibi" demek mümkün olduğundan, "Rahman" kelimesi "Allah" kelimesi kadar Allah'a özgü değildir. Bu itibarla besmelede ikinci olarak zikredilmiştir. "Rahim" kelimesi ise hem Allah teâlâ'ya hem de yaratıklara atfedilebileceğinden, üçüncü sıfat olarak zikredilmiştir. Hasan-ı Basri de "Rahman" sıfatının, Allah'ın dışındaki varlıklara atfedilmesinin caiz olmadığını zikretmiştir. [31]
1- Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. [32]
2-4- Hamd, âlemlerin rabbi, merhamet eden, bağışlayan ve ceza gününün sahibi olan Allah'a mahsustur.
Hamd ve şükür, sadece, şanı yüce olan Allah'a mahsustur, Allah'tan başka tapınılan herhangi bir şey buna layık değildir. Zira Allah, kullarına sayılamayacak kadar çok nimet vermiştir. Onun nimetlerinin sayısını hiç bir kimse yeterince bilemez.
HAMD: Allah'ı güzel isim ve sıfatlarıyla övmektir.
ŞÜKÜR: Allah'ı, verdiği nimetlerden dolayı övmektir.
Taberi burada zikredilen "Hamd" kelimesinin, "Şükür" kelimesiyle eş anlamda olduklarını söyleyerek el-Hamdülillah'a şu şekilde mânâ vermiştir:
"Kendisine itaat edilmesi için bütün vasıtaları sağlaması, emirlerinin yerine getirilmesi için mükellef olanların vücut organlarını müsait bir şekilde yaratması, layık olmadıkları halde onları dünyada çeşitli nimetlerle rızıklandırması ve onlara, içi nimetlerle dolu olan ebedi cennete götürecek yolu göstermesi gibi sayısız nimetleri karşılığında, şükredilmek, sadece Allah'a mahsustur. O'nun dışında herhangi bir yaratığa ait değildir.
Taberi, Abdullah b. Âbbas ve Hakem b. Umeyr'den de "Hamd" kelimesinin, "Şükretmek" mânâsına yorumlandığının nakledildiğini rivayet etmiştir.
Dehhak, Abdullah b. Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Elhamdülillah" demek, Allaha şükretmek, ona boyun eğmek, onun nimetlerini, hidayetini, bizi yoktan var etmesini kabul ve ikrar etmektir."
Hakem b. Umeyr, Resulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Sen, Elhamdülillah! Rabbilâlemin" dediğinde Allah'a şükretmiş olursun. O da sana olan nimetlerini artırır."
Ka'bul Ahbar ise "Elhamdülillah"ın, Allah'ı övmek olduğunu rivayet etmiştir. Bunun, bir nimet karşılığında olup olmadığına dair herhangi bir şey zikretmemiştir.
Taberi, "Elhamdü" kelimesinin ;el takısının, umum ifade etmesi için geldiğini bu itibarla "Elhamdülilların, bütün övgü ve şükürler Allah'a mahsustur." demek olduğunu zikretmiştir. Taberi diyor ki: "Eğer sorulacak olursa ki: "Bütün âlemlerin rabbi olan Allah'a hamdolsun" ifadesini ve bundan sonra gelen ifadeleri bizzat Allah teâlâ söyleyerek kendini övüyor ve bizlerin de böyle yapmamızı öğretiyor, eğer böyle ise "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz." ifadeleri nasıl izah edilecektir? Zira Allah, yardım isteyen değil, yardım eden, ibadet eden değil, kendisine ibadet edilendir. Yoksa bunlar, Cebrail'e veya Muhammed'e, söylemeleri emredilen ifadeler midir?
Cevaben denilir ki: "Bütün bunlar Allah'ın kelamıdır. Allah bunlarla kendisini övmüş, kullarına da bu şekilde kendisini övmelerini öğretmiştir. Ve onlara demiştir ki: "Deyin ki: "Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz..." Burada takdir edilen "Deyin ki" ifadelerinin, âyetlerin başında açıkça zikredilmemesi, Arapçanin, kısaltmaya ve veciz ifadeye önem verme özelliklerindendir. Zira Arapçada bir mânâ, cümlenin bir kısım kelimelerini düşürmek suretiyle de ifade edilebilirse, düşürülmesi mümkün olan kelimeler düşürülür ve kısa bir şekilde ifade edilir. Burada da durum böyle olmuştur.
Nitekim, Abdullah b. Abbas, "ElhamdüliIlah'i şöyle izah etmiştir.. "Cebrail Muhammed'e dedi ki: "Ey Muhammed, de ki; "Hamd, âlemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur."
Birinci okunuş şekli: Melik'tir. Anlamı ise "Hükümdar, mülk sahibi" demektir. Bu okunuş şekline göre âyetin mânâsı şöyledir:
"Varlıkların, hesaba çekilip ceza veya mükâfatlandıralacakları kıyamet gününün hükümdarı, ve tek sahibi yalnızca Allah'tır. Dünyadaki gibi bir kısım zorbalar, orada hükümdarlık, mülk sahibi olma iddiasında bulunamayacaklar, böbürlenemeyecekler ve herhangi bir zulüm ve tasallutta bulunamayacaklardır. Dünyadaki zorba hükümdarlar, âhirette, gerçek hükümdar olan Allah'ı görünce, kendilerinin, küçük ve zelil kimseler olduklarını, büyüklük ve azametin, mülk ve hükümranlığın ise yalnız Allah'a ait olduğunu kesin olarak anlayacaklardır. Allah teala bu hususu başka bir âyette şöyle beyan etmiştir. "O gün insanlar ortaya çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli değildir. "Bugün hakimiyet ve mülk kimindir?" diye sorulur. [33]
Bu kelimenin ikinci okunuş şekli Mâlik'tir. Mânâsı ise "Hüküm verme hakkına sahip veya kıyamet gününü getirmeye gücü yeten" demektir.
Abdullah b. Abbas, bu okunuş şeklini şöyle izah etmiştir. "İnsanların cezalandırılacakları veya mükâfatlandıracakları kıyamet gününde hüküm verme yetkisi, sadece Allah'a aittir. Dünyada olduğu gibi o gün, Allah'ın dışında hiç bir kimse . hüküm veremeyecektir."
Taberi, bu okunuş şeklinin de tercihe şayan olmadığını beyan etmiş, daha sonra gelen âyetlerle irtibatı kuvvetlendince gerekçesinin doğru olmadığını zikretmiştir. Zira Abdullah b. Abbas, Cebrail'in, Allah teâlâ'nın, Resulullah'a
"Ey Muhammed, de ki: âlemlerin rabbi olan, rahman ve rahim olan ve kıyamet gününün sahibi olan Allah'a hamdolsun. Ey Muhammed, yine de ki: "Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz." şeklinde emrettiğini söylediğini rivayet etmiştir. Böylece bu okunuş şekline ihtiyaç kalmamıştır.
Ceza Günü: "Ceza günü" diye tercüme edilen "Yevmiddin" ifadesindeki "Din" kelimesinin mânâsı "Cezalandırma ve amellerin karşılığını verme" demektir.
Şu âyet-i kerimelerde geçen "Din" kelimesi de bu anlamdadır." Hayır, hayır doğrusu siz, dini yalanlıyorsunuz." Yani, cezalandırılmayı yalanlıyorsunuz. [37]
"Eğer cezalandırılmayacaksanız ve şayet sözünüzde sadıksaniz, o çıkmak üzere olan canı geri çevirsenize[38]
Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Katade ve İbn-i Cüreyc de buradaki "Din" kelimesinden maksadın, "Cezalandırma ve hesaba çekme" olduğunu söylemişlerdir. Abdullah b. Abbas'm şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Yevmiddin" demek, "Yaratıkların hesaba çekildiği gün" demektir ki o da "Kıyamet günüdür." Allah, o gün yaratıklara, yaptıkları amellerin karşılığını verecektir. Hayıra hayır, şerre de şer karşılığını verecektir. Ancak, affettikleri müstesnadır. Çünkü emir onundur." Zira Allah teala şöyle buyurmuştur: "... İyi biliniz ki, yaratmak ve emretmek ona mahsustur... [39]
5- Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.
Ey Allah'ım, başkasına değil ancak sana boyun eğeriz, sana kulluk etleriz. Sana ibadet ederiz. Ey Allah'ım, yaptığımız ibadetlerde, itaatlerde ve bütün işlerimizde ancak senden yardım dileriz. Senden başka hiçbir varlıktan yardım dilemeyiz. Seni inkâr eden kâfirler ise işlerinde senin dışındaki taptıkları putlardan yardım dilerler. Biz bunlardan beriyiz.
Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki "Allah teâlâ hem kullarına, kendisine itaat etmelerini emrediyor hem de itaat etmelerinde kendisinden yardım dilemelerini emrediyor. Allah'ın, kullarına, kendisine itaat etmelerini emrettikten sonra, itaat etmelerinde kendilerine yardım etmemesi mümkün müdür? O halde kulun, rabbinden, itaatte kendisine yardımcı olmasını dilemesinin mânâsı nedir?
Buna cevaben denilir ki: "Kul, rabbinden, geçmişteki itaatlerine dair yardım istememekte, gelecekteki itaatlarına dair yardım istemektedir. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Zira, Allah teâlânın kullarına verdiği emirleri yerine getirecekleri güç ve imkânları bahşettikten sonra yine de o emirleri yerine getirirken onlara yardım etmesi, Allah'ın, kullarına olan bir lutfudur. Allah'ın, günah işlemeye dalan ve Allah sevgisinden uzak olan kullarına, itaatte yardım etmeyip bu lütfunu kesmesi, buna mukabil Allah'a kullukta bütün gayretini harcayan ve ona itaate koşan kuluna, itaat etmesi için yardım etme lütfunda bulunması Allah için ne bir kötü idaredir ne de hükümlerinde zulmetmektir. O halde kulun, itaatte rabbinden yardım dilemesi isabetli bir davranıştır.
6-7 Sen bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların ve sapanlarınkine değil.
Ey Allah'ım, kendilerine nimet verdiğin kullarını muvaffak kıldığın o doğru yolda, bizleri de kararlı olmaya muvaffak kıl. Bizleri, kendilerine itaatta bulunma ve ibadet etme nimetini verdiğin, meleklerin, Peygamberlerin, imanında sadık insanların, şehitlerin ve salih kullarının yoluna ilet."Sen bizi doğru yola ilet." âyet-i kelimesindeki "Bizi ilet" diye tercüme edilen "İhdina" kelimesi "Hidayettin" kökünden türemiştir. Mânâsı "Açıklamak, göstermek, götürmek, başarılı kılmak"tır.
Birincisi: Burada ifade edilen "Hidayetin artırılmasından" maksat, "Açıklamak" demektir. Yani, Allah teâlâ Resulullah'a, farz kılman emirlerin açıklanmasını istemesini emretmiştir ve Resulullah "Ey Allahım, sen bana farz kıldığın emirleri açıkla." demekle memurdur.
Taberi diyor ki: "Bu izah şekli doğru değildir. Zira, Allah, kuluna farz kıldığı her ibadeti açıklayarak ve delillerini zikre derek farz kılar. Artık emir ve yasakların açıklanmasını istemeye gerek yoktur.
Hz. Ali ve Abdullah b. Mes'ud, "Sıratel müslakim"den maksadın, Allah tealanın kitabı olduğunu rivayet etmişlerdir. Cabir b. Abdullah,
Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Abdurrahman b. Zeyd, İbn-i Selman el-Ensari "Sıratel müstakim"den maksadın "İslam" olduğunu söylemişlerdir. Muhammed b. el-Hanefiyye ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre "Sıratel müstakim'den maksat. Allanın dinidir. Ebul Aliye ve Hasan-ı Basriden nakledilen başka bir göre, sıratelmüstakim'den maksat, Resulullah (s.a.v.) ve kendisinden sonra Halife olan iki sahabisi Hz. Ebubekir ve Hz. Ömerdir.
Hz. Ali'den. Resulullah'ın '"Sıratel müstakim"!
"Kur'an" olarak, Nüvvaz b. Sem'andan da Resulullah'ın, "Sıratel Müstakim"i "İslam" olarak izah ettiği Taberi tarafından rivayet edilmiştir.
"Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna" Taberi diyor ki: "Resulullah'a şöyle emredildi: "Ey Muhammed, de ki: "Rabbimiz, sen bize, kendilerine itaat ve ibadet etme nimetini verdiğin meleklerin. Peygamberlerin, sıddıkla-rın, şehitlerin ve salih kulların doğru yoluna ilet." Bu âyeti kerime, Allah teâlâ'nın şu âyetlerine benzemektedir.
"... Eğer onlar kendilerine öğüt edileni yapmış olsalardı elbette onlar için daha hayırlı ve daha sağlam olurdu."
"O zaman elbet-teki onlara, katımızdan büyük bir mükâfat verirdik." Ve onları muhakkak ki doğru yola iletirdik."
"Kim, Allaha ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Alla-htn, kendilerine nimet verdiği Peygamberler, sıddiklar, şehitler ve salih kimselerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar. [43]
Abdullah b. Abbas, "Kendilerine nimet verilenler"den maksadın, "Allah'ın, kendilerine itaat ve ibadet etme nimetini bahşettiği melekler, Peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kullar." okluğunu söylemiştir. Rebi1 b. Enes, onlardan maksadın, "Peygamberler." Vekil, onlardan maksadın, Müslümanlar, Abdurrahman b. Zeyd:" Muhammed (s.a.v.) ve onunla birlikte bulunanlar olduklarını söylemişlerdir.
Taberi diyor ki: "Bu âyet-î kerime, itaatkârların itaatlerinin, ancak Allah'ın onlara lutfetmesiyle gerçekleşeceğine dair açık bir delildir. Zira Allah teâlâ, "Kendilerine nimet verilenlerin yoluna" ifadesini zikrederek kullara verilen bütün nimetlerin ve kulların yaptıkları bütün ibadetlerin, Allah tarafından onlara bahşedilen bir lütuf okluğunu belirtmektedir.
Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: "Niçin burada kendilerine nimet verilenlerin kimler oldukları ve o nimetlerin neler oldukları zikredilmemiştir?" cevaben denilir ki: "Araplar konuşmalarının bir kısmıyla ifade etmek istedikleri şeyleri ifade edebilirlerse, sözü kısa keserler, her şeyi zikretmeye lüzum görmezler. "Kendilerine nimet verdiğin kimseler" ifadesi de bu kabildendir. Zira Allah teâlâ, bundan önceki âyetlerde kullarına, kendisinden yardım istemelerini ve doğru yolda devam etmeye muvaffak kılınmalarını dilemelerini emretmiştir. Böylece, buradaki "nimetten maksadın, "Seçkin kulların tuttukları sağlam yol ve sırat-ı müstakim" olduğu anlaşılmıştır. Böylece bunları açıkça zikretmeye ihtiyaç kalmamıştır. "Gazaba uğrayanlarınkine değil."
Taberi diyor ki: "Gazaba uğrayanlardan maksat, Allah teâlâ'nın şu âyette beyan ettiği Yahudilerdir. "De ki: Allah tarafından bir cezaya çarptırılma bakımından bunlardan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Onlar o kimselerdir ki, Allah onlara lanet etmiş, gazabına uğratmış, o kimselerden maymunlar, domuzlar ve Tağuta tapanlar yapmıştır. İşte bunlar, makamları en kötü, yolları da en sapık [44]
Taberi yine diyor ki: "Gazaba uğrayanlardan maksadın, Yahudiler olduğu, Adiy b. Hatim ve Abdullah b. Şakiyk'in Resulullah'tan rivayet ettikleri bir hadiste de zikredilmiştir. Ayrıca, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Rebi' b. Enes, Abdullah b. Zeyd ve babası Zeyd de "Gazaba uğrayanlardan maksadın, Yahudiler olduğunu söylemişlerdir.
Adiy b. Hatim diyor ki:
"Resulullah mescitte oturur iken onun yanına vardım, orada bulunanlar benim için "Bu, Adiy b. Hâtim"dir. Dediler. Ben emansız (herhangi bir kişinin himayesine sığınmadan) ve yazısız olarak (Bir müsaade yazısı olmadan) Medine'ye gelmiştim. Resulullah'a doğru yönelince elimden tuttu. Resulullah daha önce şöyle buyurmuştu: "Umarım ki Allah, onun elini benim elime verir." Resulullah ayağa kalktı. O sırada huzuruna, yanında bir çocuk bulunan bir kadın geldi. O ikisi, "Senden bir isteğimiz var." dediler. Resulullah varıp onların ihtiyaçlarını karşıladı. Sonra benim elimden tutup evine kadar götürdü. Hizmetçi, altına minder koydu. Resulullah üzerine oturdu. Ben de önüne oturdum. Resulullah, Allah'a hamdedip onu övdükten sonra şöyle buyurdu:
"Lailahe İllallah" (Allah'dan başka ilah yoktur.) Demekten seni kaçıran nedir? Sen, Allah'tan başka bir ilah olduğunu biliyor musun?" Dedim ki: "Hayır." Sonra biraz konuştu, daha sonra şöyle buyurdu: "Sen, herhangi bir şeyin Allah'tan daha büyük olduğunu biliyor da mı "Allahu Ekber" (Allah en büyüktür.) Demekten kaçınıyorsun?" dedim ki: "Hayır." Buyurdu ki: "Şüphesiz ki Yahudiler kendilerine gazap edilenlerdir. Hiristiyanlarsa sapanlardır. "Dedim ki: "Ben Müslüman olarak geldim." Bu sırada baktım ki, Resulullah'ın yüzü sevinçten parlıyor,. [45]
Abdullah b. Şakiyk diyor ki:
"Bir adam Resulullah'ın, vadi et-Kurâda atının üzerindeyken: "Belkiyn" kabilesinden birisinin ona şu soruyu sorduğunu işittiğini söyledi. "Ey Allah'in Resulü, şunlar kimlerdir?" Resulullah: (Yahudileri göstererek) "Bunlar, gazaba uğrayanlardır." buyurdu. Adam: "Şunlar kimlerdir?" diye sordu. Resulullah: (Hıristiyanları kastederek) "Onlar da sapanlardır." buyurdu[46]
Bu âyet-i kerime, kadercilerin, Allah teâlâ'nın, Hıristiyanları "Sapanlar" diye vasıflandırmasından hareket ederek belli kanaatlara varmalarını reddetmektedir. Diğer yandan, Allah teâlâ, birçok âyet-i kerimesinde, saptıranın da hidayete erdirenin de kendisi olduğunu açıkça beyan etmiştir. Şu âyet-i kerime de buna işaret etmektedir:
"Ey Muhammed, heva ve hevesini kendine ilah edinen, Allah'ın da (Adaleti hak ettiğini) bilerek saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim hidayete erdirebilir? "Düşünmez misiniz? [51] Görüldüğü gibi, Allah teâlâ bu âyette, saptıranın da doğru yola götürenin de sadece kendisi olduğunu beyan etmiştir, ancak Kur'an-ı Kerim Arap diliyle indiğinden, Arapça'da da meydana gelen herhangi bir iş, asıl sebebine isnad edildiği gibi asıl sebebin dışındaki şeylere de isnad edilebildiğinden, rüzgarın salladığı ağaca "Ağaç sallandı" demek mümkündür. Bu itibarla, Allah teâlâ'nın yarattığı bir ameli, kul'un kazanmış olması halinde "Bu ameli kul yaptı" demek caizdir. Zira kul o işi kendi iradesiyle tercih etmiş ve yapmaya girişmiştir. Allah ta onu var etmiş ve icadetmiştir.
Taberi diyor ki: "Kur'an-i kerime dil uzatan inkarcılardan bazıları şu soruyu sorarlar:
"Sen, kitabının başlangıcında açıklama ve ifade etme metodunu izah ederken diyorsun ki "Açıklamanın en üstün derecesi ve mükemmel olanı, bir şeyi açıklamak isteyen kişinin düşüncelerini en güzel şekilde ortaya koyan sözü söyleyenin, maksadını en güzel şekilde beyan eden ve sözü dinleyenin anlamasına en yakın olanıdır." Yine diyorsun ki: "Açıklamaların ve ifade etmelerin en üstünü Allah'ın kelamıdır. Zira o, diğer bütün sözlerden daha üstündür ve bütün şekillerinin en üst mertebesindedir. Madem ki durum böyledir o halde "Ümmül Kur'an" olan fatihanın yedi âyet şeklinde uzatılmasının sebebi nedir?
Halbuki bu surenin kapsadığı mânâların hepsini şu iki âyet ifade etmektedir. "O, ceza gününün sahibidir." "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz." Evet, Allah'ın, ceza gününün sahibi olduğunu idrak eden kimse, onun güzel isimlerini de yüce sıfatlarını da idrak etmiş olur.
Yani, âlemlerin rabbi olduğunu, rahman ve Rahim olduğunu da bilir. Yine, Allah'a itaat eden, dininde Allah'ın, kendilerine nimet verdiği kimselere uyar ve Allah'ın saptırdığı kimselerden de uzak durur. Yani, "Sen bizi doğru yola ilet." "Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların ve sapanlarınkine değil." şeklinde niyazda bulunmaya ihtiyaç kalmazdı." Bu soruyu soran kimseye denir ki: "Allah teâlâ, Resulullah (s.a.v.)'e indirmiş olduğu kitapta, Resulullah ve ümmeti için daha önceki Peygamberlere ve ümmetlere göndermediği hüküm ve mânâları zikretti.
Zira Allah teâlâ'nın, Kur'andan Önce herhangi bir Peygamberine indirmiş olduğu kitap, Kur'an-ı Kerim'in kapsadığı mânâ ve hükümlerin sadece bir bölümünü kapsamıştır. Mesela Tevrat, bir kısım öğütler ve açıklamalardan ibarettir. Zebur, Allah'ı övme ve onu yüceltmeden ibarettir. İncil, öğütler ve ibretlerden ibarettir. Bu kitaplardan herhangi birinde, kendisine indirileni tasdik eden bir mucize bulunmamaktadır.
Kur'an-ı Kerim, diğer yandan, gökten yeryüzüne İndirilen herhangi bir kitapta bulunmayan bir kısım teşbihler, sakındıran, emirler, yasaklar, kıssalar, tartışmalar ve hikmetler ihtiva etmektedir.
İşte bu sebepledir ki "Ümmül Kur'an" olan fatihada görüldüğü gibi Kur'an'ın herhangi bir süresindeki tafsilat, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'in hak Peygamber olduğunu göstermesi içindir. Daha önce de anlatıldığı gibi, Allâh-u Teâlâ'nın, önceden görülmeyen bir takım nitelendirmeleri ve kelime ve cümlelerinin harika bir şekilde dizilmelerini Kur'an'da toplaması, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Peygamberliğinin hak okluğunu göstermesi içindir.
Kur'an-ı kerimdeki vasıflandırmalar o kadar mükemmel ve kelimelerinin diziliş şekli o kadar harikadır ki, bunlar ne şiirlerin vezinlerine ve kâhinlerin vezinli konuşmalarına, ne hatiplerin hutbelerine ne de edip insanların risalelerine benzer. Bütün yaratıklar bir araya gelse, herhangi bir şeyi onun vasıflandırdığı gibi vasıflandırılmaz ve bütün insanlar bir araya gelse onun benzeri bir kitap meydana getiremezler. Mesela, fatiha suresinde zikredilen Allah'a hamdetme, onu yüceltme ve onu övme gibi hususlar kulları. Allah'ın büyüklüğü, hükümranlığı kudreti ve mülkünün azameti hususunda uyarmak içindir ki kullar, nimetleri karşısında rablerini hatırlasınlar, ona hamdetsinler ve böylece onun daha fazla nimetlerine layık olsun, bolca mükâfatlarını hak etsinler.
Allah teâlâ'nın, fatiha suresinde kendisini tanıma nimetini lütfettiği kimseleri ve kendisine itaat etmeye muvaffak kıldığı kişileri zikretmesi, kullarının, dinleri ve dünyaları hususunda ellerinde bulunan nimetlerin hepsinin Allah tarafından olduğunu onlara bildirmesi içindir. Böylece bütün isteklerini Allah'a yöneltsinler, ihtiyaçlarını sadece ondan istesinler. Onun dışındaki put ve benzeri şeylerden istemesinler.
Allah teâlâ'nın, fatiha suresinde, kendisine isyan edenlerden intikam alındığım ve emirlerine karşı gelenlerin cezalandırıldığını zikretmesi, kullarını kendisine karsı gelmekten sakındırması ve kendilerini Allah'ın gazabına sürükleyecek şeylere düşmekten uzaklaştırması içindir. Aksi halde Allah da onları, diğer ümmetlerin uğradıkları cezalara çarptırır ve onları da helak eder.
İşte "Ümmül Kur'an olan fatiha süresindeki beyan ve ifadelerin uzun oluşu bu hikmetlere binaendir. Kur'an-ı Kerim'in buna benzeyen diğer surelerinde de durum böyledir. Bunun en büyük bir hikmet ve en mükemmel bir hüccet olduğu muhakkaktır. [52]
[1] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/63.
[2] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/65-66.
[3] Timizi, K. Tefsir el-Kur'Sn, sure 15, hah: 3, Hadis No: 3124
[4] Tirmizi, K. es-Salah, bab: 69, Hadis No: 247, bab: 116. Hadis No: 311
[5] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/66-68.
[6] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/68-69.
[7] Hnfal suresi, S/24
[8] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an sure 1, bab: 1
[9] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an sure: 1, hah: 2
[10] Tirmizi, K. Fadailel-Kııı\Ti bab: 1 Ihıli.s No: 2875/Ahnuılh. Ifcınhe], Miisnal t2,s. 357, 412
[11] Müslim, K. el-Müsafirm, bab: 254, Hndis No: 806/Ncsai K. el-tftilah. bab: 25
[12] Müslim, K. cs-Salnh bab: 38 Hadis No: 395/1-bu Davud k. es-Salah bab: 136, I İndis No:
Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/68-69.
[13] A'raf suresi, 7/199
[14] Mti'mtnûn suresi, 23/96
[15] Fussilct suresi, 41/34
[16] Fussilct suresi, 41/35
[17] A'raf suresi, 7/200
[18] Mü'minûn suresi, 23/97-98
[19] Fussilet suresi, 41/36
[20] Nahl suresi, 16/98
[21] Ebu DavucJ K. es-Salalı hah: 120 Hadis No: 775^I'irmİ7.i, K. Mevakit-es-Snlah, h;lh: 65. Hadis No: 242/İhn-i Miıcc, K. İkametüssalah hah: 2 UN 808
[22] Ehu Davut! K. el-Edeh, hah: 4 Hatlis No: 4780/thn-i Mace, K. cd-Davaf, hah: 52 HadisNo: 3452
[23] En’am suresi, 6/112
[24] Meryem suresi, 19/46
[25] Ahmed b. Ilnnbcl, Müsncd, c. 2, s. 359
[26] Nahl suresi, 16/18
[27] Nisa suresi, 4/40
[28] Bakara suresi, 2/281
[29] Furkan suresi, 25-60
[30] Bakam suresi, 2/146
[31] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/69-80.
[32] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/81.
[33] Mü'minûn suresi, 40/16
[34] Nebe" suresi, 78/38
[35] Tâhâ suresi, 20/108
[36] Enbiya suresi, 21/28
[37] İnfitar suresi, 82/9
[38] Vakıa sıırcsi, 56/86-87
[39] A'raf suresi, 7/54
Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/81-84.
[40] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/84-86.
[41] Al-i İmran suresi, 3/86
[42] Saffal suresi, 37/23
[43] Nisa suresi, 4/66-68
[44] Maidc suresi, 5/60
[45] Tirmizi, K. Tefsir e'.-Kur'an, sure 1 bab: 2, Hadis No: 2953
[46] Ahned b. Hanibel, Müsned, c. 5, s. 77
[47] Zuhruf suresi, 43/55
[48] Maide suresi, 5/60
[49] Maide suresi, 5/77
[50] Yunus suresi, 10/22
[51] Câsiye suresi, 45/23
[52] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/86-95.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder