FETİH SÛRESİ
Rahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile
Medine'de indiği ittifakla belirtilmiştir. Yirmidokuz âyettir. Mekke ile Medine arasında Hudeybiye (barışı) hakkında bir gece vakti inmiştir.
Muhammed b. İshak, ez-Zührî'den, o Urve'den, o el-Misver b. Mahreme ile Mervan b. el-Hakem'den şöyle dediklerini rivâyet etmektedir: el-Feth Sûresi başından sonuna kadar Mekke ile Medine arasında Hudeybiye hakkında İnmiştir.
Buharî ve Müslim'de, Zeyd b. Eslem'den, o babasından rivâyetine göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) seferlerinden birisinde geceleyin yol alırken Ömer b. el-Hattâb da onun yanında bulunuyordu. Ömer ona bir hususa dair soru sordu. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona cevab vermedi. Sonra tekrar ona sordu, yine ona cevab vermedi. Bir daha ona sordu, yine ona cevab vermedi. Bu sefer Ömer b. el-Hattâb: Hay Ömer'in annesi oğlunu kaybedesice! Sen Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a üç defa ısrarla soru sorduğun halde, o da sana her seferinde cevab vermedi. Devamla Ömer dedi ki: Ben de devemi harekete geçirdim, sonra insanların önüne geçtim. Hakkımda Kur'ân ineceğinden korktum. Aradan zaman geçmeden bir kişinin yüksek sesle beni çağırdığını duydum ve: Gerçekten ben hakkımda Kur'ân ineceğinden korkmuştum, dedim. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına vardım, ona selam verdim, şöyle dedi: "Bu gece bana öyle bir sûre indirildi ki o benim için üzerinde güneşin doğduğu her şeyden daha sevimlidir." Sonra da:
"Gerçekten biz sana apaçık bir fetih nasib ettik" diye okudu. Buharî'nin lâfzı böyle. Buhârî, IV, 1531, 1829, 1915; Tirmizi, V, 385; Muvatta’, I, 203.
Müslim'in, Sahih'inde, Katade'den rivâyete göre Enes b. Malik kendilerine anlatarak dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hudeybiye'de hediyelik kurbanlarını kesmiş ve Hudeybiye'den dönüşünde -ashab da keder ve üzüntü ile dolup taşıyorken-
"gerçekten Biz sana apaçık bir fetih nasib ettik. Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın, üzerindeki nimetini tamamlasın ve seni dosdoğru yola iletsin diye... İşte bu, Allah'ın yanında büyük bir kurtuluştur" (el-Feth, 48/1-5) buyrukları nazil olunca dedi ki: "Üzerime öyle bir âyet indirildi ki benim için o bütün dünyadan daha çok sevilen bir şeydir." Müslim, 111, 1-413; Müsned, III, 197, 215.
Atâ, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Yüce Allah'ın:
"Bana da ne yapılacağını bilemem, size de" (el-Ahkaf, 46/9) âyeti nazil olunca yahudiler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ve müslümanlara dil uzatarak şöyle dediler: Kendisine ne yapılacağını bilemeyen bir adama nasıl uyarız? Bu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a çok ağır geldi. Bunun üzerine yüce Allah:
"Gerçekten Biz sana apaçık bir fetih nasib ettik. Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın..." (el-Feth, 48/1-2) âyetini indirdi. Buna yakın bir açıklamayı Mukâtil b. Süleyman da yapmıştır: Yüce Allah'ın:
"Ben bana da ne yapılacağını bilemem, size de" âyeti nazil olunca, müşriklerle münafıklar sevindiler ve: Kendisine ve arkadaşlarına ne yapılacağını bilemeyen bir adama biz nasıl uyarız, dediler. Bunun üzerine Hudeybiye'den dönüşünden sonra: "Gerçekten Biz sana apaçık bir fetih nasib ettik." Yani Biz senin lehine öyle bir hüküm verdik âyeti nazil oldu ve bu âyet-i kerîme öbürünü neshetti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Yemin olsun üzerime öyle bir sûre indirildi ki onun karşılığında kırmızı develerimin olması beni memnun etmez."
el-Mesudî dedi ki: Bana ulaştığına göre bir kimse ramazanın ilk gecesi nafile namazda Fetih Sûresini okuyacak olursa, Allah o kişiyi o yıl boyunca koruması altına alır.
1
Gerçekten Biz sana apaçık bir fetih nasib ettik.
Bu fethin ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır.
Buhârî’de şöyle denilmektedir: Bana Muhammed b. Beşşar anlattı, dedi ki: Bize Gunder anlattı, dedi ki: Bize Şu'be anlattı, dedi ki: Katade'yi, Enes'ten naklen şöyle derken dinledim: "Gerçekten Biz sana apaçık bir fetih nasib ettik." Maksat Hudeybiye'dir Buharî, IV, 1530, 1830.
Cabir dedi ki: Biz Mekke'nin, Hudeybiye gününden beri fethedildiğini kabul ediyorduk.
el-Ferrâ'' Taberi, Tefsir, XXVI, 17'de: "el-iîera" dedi ki: Siz fetih diye Mekke'nin fethini kabul ediyorsunuz. Evet Mekke'nin fethi bir fetihti, ama biz fetih diye Hudeybiye günü Rıdvan bey'ati olduğunu kabul ediyoruz. O sırada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte sayımız 1400 kişi idi. Hudeybiye de bir kuyudur.
ed-Dahhak dedi ki:
"Gerçekten Biz sana" savaşsız olarak
"apaçık bir fetih nasib ettik." Çünkü o sulh, fethin bir parçası idi.
Mücahid dedi ki: Bundan kasıt Hudeybiye'de kurbanlarını kesmesi ve başını traş etmesidir. Yine şöyle demiştir: Hudeybiye fethi büyük bir mucize idi. Suyu tamamen çekilmişti. Peygamber oraya ağzından su boşaltmış ve beraberinde bulunanların hepsi içecek şekilde kuyudan su kaynamıştı.
Mûsa b. Ukbe dedi ki: Hudeybiye'den döndüklerinde bir adam: Bu fetih değildir, (Kureyşliler) bizi Beyt'i tavaf etmekten alıkoymuştur, dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bilakis bu fetihlerin en büyüğüdür. Müşrikler kendi topraklarından sizleri kazasız belasız uzaklaştırıp sizden daha sonra umrenizi kaza etmenizi isteyip sizden hoşlarına gitmeyecek şeyleri görmüşken; sizden yana eman altında kalmaya razı oldular."
en-Nehaî yüce Allah'ın:
"Gerçekten Biz sana apaçık bir fetih nasib ettik"
âyeti hakkında dedi ki: Bu Hudeybiye fethidir. Orada hiçbir gazvede elde etmediği şeyleri elde etti. Allah onun geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladı. Ona Rıdvan bey'ati yapıldı. Hayber hurmalıkları onlara verildi. Hediyelik kurbanlıklar yerlerine ulaştı. Bizanslılar, Perslere galip geldi. Mü’minler de kitab ehlinin mecusilere karşı muzaffer olmasına sevindiler.
ez-Zührî dedi ki: Hudeybiye fetihlerin en büyüğüdür. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) oraya 1400 kişi ile birlikte gitmişti. Barış gerçekleştikten sonra insanlar birbirlerine gidip gelmeye başladılar. Bilmediklerini öğrendiler, Allah'tan gelen buyrukları dinlediler. İslâm'a girmek isteyen herkesin kalbinde İslâm mutlaka yer etti. O iki sene geçtikten sonra müslümanlar Mekke'ye geri 10.000 kişi olarak geldiler.
Yine Mücahid ve el-Avfî buradaki fetih Hayber fethidir, demişlerdir. Fakat birinci görüşü benimseyenler daha çoktur. Hayber ise -ileride yüce Allah'ın:
"Geri bırakılanlar, ganimetler almak üzere gittiğinizde..." (el-Feth, 48/15) âyeti ile
"Allah size alacağınız çok ganimetler vaadetti. Allah size bunu acilen vermiş..." (el-Feth, 48/20) buyrukları açıklanırken geleceği üzere- kendilerine verilmiş bir vaad idi.
Mücemmi' b. Cariye -ki Kur'ân'ı ezberlemiş kişilerden birisi idi- dedi ki: Biz Hudeybiye'de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte hazır bulunduk. Oradan geri döndüğümüzde bir de baktık ki, insanlar develerini hızlıca sürmeye koyulmuşlar. Biri diğerine: İnsanlara ne oluyor? diye sordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Allah vahiy indirdi, dediler. Biz de tuzlıca yola koyulduk. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı Kura el-Ğamim -Mekke ile Medine arasında Hicaz taraflarında bir yer- yakınında bulduk. İnsanlar biraraya gelip toplanınca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):
"Gerçekten Biz sana apaçık bir fetih nasib ettik" âyetini okudu, Ömer b. el-Hattâb: Bu bir fetih midir ey Allah'ın Rasûlü? diye sordu, Peygamber: "Evet nefsim elinde olana yemin ederim ki gerçekten o bir fetihtir" diye buyurdu. Bunun sonucunda da Hayber, Hudeybiye'ye katılanlara paylaştırıldı. Hudeybiye'ye katılanların dışında hiç kimse bu paylaştırılanlar arasına katılmadı. Ebû Davud, III, 76; Hakim, Müstedrek, II, 143.
Yüce Allah'ın:
"Bir fetih" âyetinin Mekke'nin kılıç zoru ile fethedildiğini göstermektedir, denilmiştir. Çünkü fetih ismi ancak savaşla fethedilen yerler hakkında mutlak olarak kullanılır. İsmin hakikat anlamı budur. Bununla birlikte şehir sulh yoluyla fethedildi, denildiği zaman fetih ile birlikte zikredilmediği sürece sulh ile fetholunduğu anlaşılamaz. Böylelikle sulh hakkında fethin kullanılması mecazi bir ifade olmaktadır. Ayrıca ilgili haberler de Mekke'nin savaş yoluyla fetholunduğuna delildir. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden geçtiği gibi, ileride de gelecektir.
2
Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın. Üzerindeki nimetini tamamlasın ve seni dosdoğru yola iletsin diye;
3
Ve Allah seni çok üstün zafere erdirsin diye.
İbnu'l-Enbarî dedi ki: " Apaçık bir fetih," âyetinde vakıf tam değildir. Çünkü yüce Allah'ın:
"Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın..." âyeti fetih ile alakalıdır. Sanki şöyle buyurmuş gibidir: Yüce Allah fetih ile birlikte günahlarını da bağışlasın diye gerçekten Biz sana apaçık bir fetih nasib ettik. Böylelikle Allah dünya ve ahirette senin için göz aydınlığı olacak şeyleri birarada vermiş olmaktadır.
Ebû Hatim es-Sicistanî de şöyle demiştir:
"Bağışlasın... diye" anlamındaki âyetin başında yer alan "lam" kasem tamıdır. Ancak bu bir yanlışlıktır. Çünkü kasem "lam'ı ne kesreli gelir, ne de başına geldiği muzari fiili nasbeder. Eğet bu böyle olabilseydi; ifadesinin; "Yemin olsun Zeyd kalkacaktır" anlamında olması mümkün olurdu.
ez-Zemahşerî dedi ki: Şayet; Mekke'nin fethini nasıl olur da mağfirete gerekçe kıldı, diye soracak olursan, şöyle cevap veririz: Mekke'nin fethini mağfirete gerekçe kılmış değildir, fakat mağfiret nimetin tamamlanması, dosdoğru yola iletmek ve üstün zaferden ibaret dört hususu birarada saydığından dolayı böyle ifade edilmiştir. Şöyle buyurulmuş gibidir: Biz sana Mekke'nin fethini kolaylaştırıp, düşmanına karsı sana yardım ettik ki, dünya ve ahiret izzeti, dünyanın ve ahiretin maksatları birarada sana verilmiş olsun. Mekke fethinin düşman ile dhad olması açısından günahların bağışlanmasına ve mükâfat ve sevabın elde edilmesine sebeb olarak görülmüş olması da mümkündür.
Tirmizî'de, Enes'ten şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a:
"Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın" âyeti Hudeybiye'den dönüşünde peygamberin üzerine indi. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Yemin olsun bana öyle bir âyet indirildi ki, o benim için yeryüzü üzerindeki herşeyden daha sevimlidir." Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti ashaba okudu, onlar da: Ne mutlu sana, kutlu olsun sana, ey Allah'ın Rasûlü! Allah sana ne yapacağını açıklamış bulunuyor. Peki ya bize ne yapacak? Bunun üzerine ona:
"Mü’min erkeklerle mü’min kadınları altlarında nehirler akan cennetlere... soksun... İşte bu Allah'ın yanında büyük bir kurtuluştur" (el-Fetih, 48/5) âyeti nazil oldu. (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Yine bu hususta Mücemmî' b. Cariye'den de gelmiş bir rivâyet vardır Tirmizi, V, 385; Müsned, III, 197; Tirmizi'nin işaret ettiği Mücemi hadisi ise az önce geçmişti.
Te'vil bilginleri
"Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın" âyetinin anlamı hakkında farklı açıklamalar yapmışlardır.
"Geçmiş" risaletten önce ve
"gelecek" ondan sonra
"günahını bağışlasın" demek olduğu söylenmiştir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. et-Taberî ve Süfyan es-Sevrî de buna yakın açıklamalarda bulunmuşlardır. Taberi der ki: Bu yüce Allah'ın:
"Allah'ın yardımı ve fetih geldiğinde... Çünkü o tevbeleri çok kabul edendir" (en-Nasr, 110/1-3) âyetine bağlı onunla ilgilidir.
"Allah geçmiş" risaletten önce
"ve gelecek" bu âyetin indiği vakte kadar gelecek
"günahını bağışlasın" demektir.
Süfyan es-Sevrî dedi ki:
"Allah geçmiş" sana vahiy gelmeden önce cahiliye döneminde işlediğin
"ve gelecek" henüz işlemediğin her tür
"günahını bağışlasın... diye" demektir. el-Vahidî de böyle açıklamıştır.
Peygamberlerin küçük günah işlemelerine dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/35. âyet, 12. başlıkta) geçmiştir. Bu, bir görüş.
Şöyle de açıklanmıştır:
"Geçmiş" fetihten önce
"ve gelecek" fetihten sonra... demektir.
"Geçmiş"den kastın bu âyetin inişinden önce,
"gelecek"den kastın ise bundan sonra olduğu da söylenmiştir. Atâ el-Horasanî dedi ki:
"Geçmiş" ilk iki atamız Âdem ile Havva'nın günahı,
"gelecek" ise senin ümmetinin günahı demektir. Baban İbrahim'in günahı diye de açıklanmıştır,
"Gelecek" ise diğer peygamberlerin günahı demektir.
"Geçmiş" Bedir günü günahı,
"gelecek" Huneyn günü günahı diye de açıklanmıştır. Şöyle ki; Bedir günü Peygamber efendimiz dua edip: "Allah'ım eğer sen bu küçük topluluğu helâk edecek olursan, yeryüzünde ebediyyen sana ibadet olunmaz" dedi ve bu sozü defalarca tekrarladı. Yüce Allah da ona: Bu topluluğu helâk ettiğim takdirde ebediyyen bana ibadet olunmayacağını nereden biliyorsun? diye vahyetti. İşte bu onun geçmiş günahı idi. Gelecek günahı ise Huneyn günü idi. İnsanlar bozguna uğrayıp dağıldıklarında amcası Abbas ile amcası oğlu Ebû Süfyan'a şöyle demişlerdi: "Bana şu vadinin küçük çakıl taşlarından bir avuç uzatınız." Ona bir avuç uzattılar, o da o çakıl taşını eline alıp, müşriklerin yüzlerine doğru atarak: "Yüzler çirkin olsun. Ha. Mim. Onlar zafere erişemezler" dedi. Karşıdaki ordu son ferdine kadar bozguna uğradı. Gözüne kum ve çakıl taşı dolmadık hiç kimse kalmadı. Sonra ashabı arasında seslendiğinde geri döndüler. Geri döndüklerinde onlara: "Şayet onlara atmamış olsaydın, onlar da bozguna uğramayacaklardı." deyince, yüce Allah da:
"Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı" (el-Enfal, 8/17) âyetini indirdi. İşte bu da onun gelecek (sonradan) işlediği günahı olmuştu.
Ebû Ali er-Ruzebarî dedi ki: Yüce Allah şöyle buyuruyor: Şayet senin geçmişte bir günahm olsaydı, ya da gelecekte bir günahın olursa, şüphesiz ki Biz onu sana bağışlarız.
"Üzerindeki nimetini tamamlasın" âyeti hakkında İbn Abbâs dedi ki: Cennette demektir, peygamberlik ve hikmette diye de açıklanmıştır. Mekke, Taif ve Hayher'in fethi ile diye de açıklandığı gibi, büyüklük taslayanın zilletle boyun eğmesiyle, zorbalık edenin itaat etmesiyle, diye de açıklanmıştır
"Ve seni dosdoğru yola iletsin." Canını alacağı vakte kadar hidayet üzere sana sebat versin
"diye ve Allah seni çok üstün" arkasından zilletin gelmeyeceği pek büyük bir " zafere erdirsin diye."
4
Îmanlarına îman katmaları için mü’minlerin kalbine sükun ve huzur indiren O'dur. Göklerle yerin orduları Allah'ındır. Allah en iyi bilendir, Hakimdir.
Bu âyet-i kerimede geçen
"sekinet: sükun ve huzur" demektir. İbn Abbâs dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm'de geçen her bir
"sekinet" sükun ve huzur demektir. Bundan tek istisna el-Bakara Sûresi'ndeki (2/148. âyetteki) sekinettir. Îmanın artışının ne anlama geldiğine dair açıklamalar da daha önceden Al-i İmrân Sûresi'nde (3/173. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
İbn Abbâs dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığı şehadeti ile gönderildi. Bu hususta onu tasdik etmeleri üzerine yüce Allah onlara namazı emretti. Onu tasdik edince, onlara zekatı kattı. Yine onu tasdik edince onlara orucu kattı, yine tasdik edince onlara haccı kattı. Sonra onlara dinlerini tamamladı. İşte yüce Allah'ın;
"imanlarına îman katmaları İçin" diye buyurması bunu göstermektedir. Yani imanı tasdik ile birlikte imanın şer'î hükümlerini tasdiklerini kattı.
er-RaKî b. Enes: Mevcut haşyetlerine haşyet kattı; ed-Dahhak: Yakînlerine yakın kattı, diye açıklamışlardır.
"Göklerle yerin orduları Allah'ındır." İbn Abbâs dedi ki: Melekleri, cinleri, şeytanları ve insanları kastetmektedir.
"Allah" yarattıklarının durumlarını
"en iyi bilendir." Murad ettiği hususlarda hikmeti sonsuz
"hakimdir."
5
Mü’min erkeklerle mü’min kadınları altlarından ırmaklar akan cennetlere -oralarda ebedi kalmak üzere- soksun ve günahlarını örtsün diye. İşte bu, Allah'ın yanında büyük bir kurtuluştur.
Yüce Allah, Üzerlerine sükun ve huzuru îmanları artsın diye indirdi. Ayrıca bu artışın sebebi onları cennete sokmaktır.
"Soksun... diye" lâfzındaki "lam"ın yüce Allah'ın:
"Bağışlasın... diye" âyetindeki "lam"ın taalluk ettiği şeye taalluk ettiği söylenmiştir.
"İşte bu" Mekke'ye giriş ve günahların bağışlanışı vaadi
"Allah'ın yanında büyük bir kurtuluştur." Her türlü kederden kurtuluş ve istenen herşeyi elde ediştir.
Denildi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabına:
"Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın" âyetini okuyunca, onlar: Ne mutlu sana, ey Allah'ın Rasûlü. Peki bize ne var? diye sordular. Bunun üzerine:
"Mü’min erkeklerle, mü’min kadınları altlarında ırmaklar akan cennetlere... soksun diye" âyeti nazil oldu.
"Üzerindeki nimetini tamamlasın" âyetini okuyunca, yine: Ne mutlu sana dediler. Bunun üzerine de
"...Ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım" (el-Mâide, 5/3) âyeti nazil oldu.
"Ve seni dosdoğru yola İletsin" âyetini okuyunca ümmet hakkında da:
"Ve sizi dosdoğru yola iletsin diye" (el-Feth, 48/20) âyeti İndi.
"Ve Allah seni üstün zafere erdirsin diye" diye buyurunca,
"Mü’minlere yardım etmek ise zaten üzerimize bir haktır" (er-Rum, 30/47) âyeti indi. Bu da yüce Allah'ın:
"Şüphesiz Allah ve melekleri peygambere salat ederler. Ey mü’minler, siz de ona salat ve selam edin" (el-Ahzab, 33/56) diye buyurduğu gibi, diğer taraftan:
"O... size salat getirendir" (el-Ahzab, 33/43) buyurmasına benzemektedir. Bunu el-Kuşeyr: zikretmiştir.
6
Ve Allah hakkında kötü zan besleyen münafık erkeklerle münafık kadınları ve müşrik erkeklerle müşrik kadınları azaplandırsın diye, kötü akıbet onların üzerine olsun. Allah da onlara karşı gazaplanmış, onları lanetlemiş ve onlar için cehennemi hazırlamıştır. O ne kötü bir dönüş yeridir!
7
Göklerle yerin orduları Allah'ındır. Allah Azizdir, Hakimdir.
"Ve Allah hakkında kötü zan besleyen münafık erkeklerle münafık kadınları ve müşrik erkeklerle müşrik kadınları azaplandırsın diye." Bu da müslümanların şanının yükselmesi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın öldürmek, esir almak ve köleleştirmek suretiyle onlara hakim olmasından ölürü kederlenmeleri suretiyle olmuştur.
"Kötü zan" ile kastedilen de Hudeybiye'ye çıkışları esnasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da, ashabının da tekrar Medine'ye geri dönemeyeceklerini, müşriklerin onları toptan imha edeceklerini zannetmeleridir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Daha doğrusu siz Rasulün ve mü’minlerin ebediyyen ailelerine dönmeyeceklerini sandınız." (el-Feth, 48/12)
el-Halil ve Sîbeveyh'e göre: "es-Sev1: Kütü" burada fesad demektir.
"Kötü akıbet" dünyada öldürülmek, çoluk çocuklarının ve kendilerinin esir alınması ile ahirette de cehennem azâbı ile
"onların üzerine olsun."
İbn Kesîr ve Ebû Amr:
"Kötü akıbet" lâfzındaki ("sin" harfini) ötreli, diğerleri ise üstün okumuşlardır.
el-Cevherî dedi ki: "Onu sevindirdi" lâfzının zıddı (üzdü) üzer, üzmek, üzüntü demektir, isim ötreli olarak: ...diye gelir. Bu âyet diye okunmuştur ki, hezimet ve ger onların üzerine olsun, demektir. ("Sin" harfini) üstün olarak okuyanların kıraatine göre ise bu fafız kötü gelen, kötülük anlamında gelir.
"Allah da onlara karşı gazaplanmış, onları lanetlemiş ve onlar için cehennemi hazırlamıştır. O ne kötü bir dönüş yeridir! Göklerle yerin orduları Allah'ındır. Allah Azizdir, Hakimdir." Bu âyetlerin tamamı (ve açıklamaları) daha önce başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun.
Denildi ki: Hudeybiye barışı gerçekleşince İbn Ubeyy şöyle dedi: Muhammed Mekkelilerle barış yapıp ya da orayı fethedince hiçbir düşmanının kalmayacağını mı sanıyor? Hani nerede Farisiler ve nerede Bizanslılar? Yüce Allah bu âyetle göklerin ve yerin ordularının Farisilerden ve Bizanslılardan daha çok olduğunu beyan etmektedir. Bunun kapsamına bütün mahlukatın girdiği de söylenmiştir.
İbn Abbâs dedi ki:
"Göklerle yerin orduları" âyetindeki
"göklerin orduları”ndan kasıt meleklerdir,
"yerin orduları" ise mü’minlerdir. Yüce Allah'ın bunu tekrarlamasının sebebi, daha önce geçen bu âyetler Kureyşli müşriklerin sözkonusu edilmesinden sonra geçmişti. Bu da burada münafıklarla diğer müşriklerin söz konusu edilmesinin akabinde geçmiştir. Her iki yerde de maksat korkutmak ve tehdittir. Yüce Allah eğer münafıklarla müşrikleri helâk etmeyi murad ederse, bu konuda o acze düşmez. Fakat onları belirlenmiş bir süreye kadar erteler.
8
Muhakkak Biz seni bir şahid, bir müjdeleyici ve bir korkutucu olmak üzere gönderdik.
"Muhakkak Biz seni bir şahid... olmak üzere gönderdik." Katade dedi ki: Ümmetine tebliğ ettiğine dair bir şahid. Onların itaat ya da amel türünden işledikleri amelleriyle üzerlerine bir şahid, diye de açıklanmıştır. Seninle kendilerine göndermiş olduklarımızı onlara bir açıklayıcı olarak gönderdik, diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklamaya göre, kıyâmet gününde onlara şahid olmak üzere gönderdik, demektir, O halde o bugün onların yaptıklarına şahid olduğu gibi, kıyâmet gününde de onlara karşı şahidlik edecektir. Daha önce en-Nisa Sûresi'nde (4/41. âyetin tefsirinde) Said b. Cübeyr'den bu anlamdaki açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
"Bir müjdeleyici" kendisine itaat edenlere cenneti müjdeleyen
"ve korkutucu" isyan edenleri de cehennem ile korkutucu demektir. Bu açıklamayı Katade ve başkaları yapmıştır, el-Bakara Sûresi'nde beşaret (müjdeleme)nin türeyişi (el-Bakara, 2/25. âyet, 1. başlık) ile nezaret (uyarıp, korkutma)nın türeyişi (el-Bakara, 2/6. âyet) ve açıklamaları geçmiş bulunmaktadır.
"Bir şahid, bir müjdeleyici ve bir korkutucu olmak üzere" anlamındaki âyetler mukadder hal olarak nasbedilmişlerdir. Sibeveyeh de (bu kabilden olmak üzere): "Beraberinde yarın kendisiyle avlanacağı bir doğan bulunan bir adama uğradım" diye bir kullanım nakletmiştir. Buna göre anlam şöyle olmaktadır: " Şüphesiz Biz seni kıyâmet gününde senin şahitliğini takdir edenler olarak peygamber gönderdik." İşte buna uygun olmak üzere: "Yarın ayakta duracak olan Ömer'i gördüm" denilir.
9
Allah'a ve Rasûlüne îman edesiniz, ona yardım edesiniz. Onu büyük taniyasınız, sabah akşam O'nu teşbih edesiniz diye.
"Allah'a ve Rasûlüne îman edesiniz" âyetindeki
"îman edesiniz"
anlamındaki lâfzı İbn Kesîr, İbn Muhaysın ve Ebû Amr "ye" ile: "Îman edeler" diye okumuştur. Bundan sonra gelen
"Ona yardım edesiniz, O'nu büyük taniyasınız... O'nu teşbih edesiniz diye" anlamındaki âyetlerin tümünü de haber kipi olmak üzere hep "ye" ile (ona yardım edeler, onu büyük tanıyalar, sabah akşam Onu teşbih edeler anlamında) okumuştur. Ebû Ubeyd öncesinde de, sonrasında da mü’minler sözkonusu edildiğinden dolayı bu okuyuşu tercih etmiştir. Çünkü bundan önce:
"Soksun... diye" (el-Feth, 48/5) âyeti yer almakta; bundan sonra ise yüce Allah'ın: " Muhakkak ki sana bey'at edenler" (Fetih, 48/10) âyeti gelmektedir. Bu âyetteki bu lâfızları diğer kıraat âlimleri ise hitab ile (te harfi ile edesiniz... diye) şeklinde okumuşlardır. Ebû Hatim de bu okuyuşu tercih etmiştir.
"Ona yardım edesiniz." O'nu tazim edesiniz, Onu büyüklük ifadeleriyle çağıranınız demektir. Bu açıklamayı el-Hasen ve el-Kelbî yapmıştır.
"Tazim ve büyüklük ifadeleri ile birlikte saygı göstermek" demektir. Katade, ona yardım edesiniz ve onu başkalarına karşı koruyasınız diye açıklamıştır. Hadlerde tazir de buradan gelmektedir. Çünkü o engelleyici ve koruyucudur. el-Katamî şöyle demektedir:
"Meyy aşırı gitmeksizin günün ilk saatlerinde niye siteme kalkışmadı?
Zaten sevilen kimseye azar (tazir ile aynı kökten olan el-azr) fayda sağlar."
İbn Abbâs ve İkrime şöyle demişlerdir; Onunla birlikte kılıçlarla savaşırsınız, demektir. Bazı dilbilginleri de, ona itaat edersiniz, diye açıklamışlardır.
"Onu büyük tanıyasınız." es-Süddî'nin açıklamasına göre onu efendi ve baş bilesiniz. Onu tazim edesiniz, diye de açıklanmıştır.
"Tevkir" tazim ve aynı şekilde ağırlığını bilerek kabullenmek demektir. Her ikisindeki "he" zamiri (ona ve onu) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a aittir. Burada vakıf tamdır. Sonra da;
"...O'nu" Allah'ı
"sabah akşam teşbih edesiniz diye"
âyeti ile okumaya yeniden başlanılır.
Bütün zamirlerin Allah'a ait olduğu da söylenmiştir. Buna göre yüce Allah'ın:
"Ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyasınız" âyetlerinin tevili şöyle olur; Gerçek anlamıyla rububiyeti yalnız O'na ait kabul edesiniz,
O'nun çocuğunun yahut ortağının olmasını reddedesiniz demek olur. Bu görüşü el-Kuşeyrî tercih etmiştir. Birincisi ise ed-Dahhak'ın görüşü olup buna göre âyetin bir bölümü şanı yüce Allah'a ait olur, O'na ait olan bölüm ise, görüş ayrılığı sozkonusu olmaksızın;
"Sabah akşam O'nu teşbih edesiniz" bölümüdür. Bir bölümü de Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a raci olur, o da;
"Ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyasınız" buyrukları olup, onu -isim ve künyesiyle değil- Allah'ın Rasûlü ve Allah'ın peygamberi diye çağırırsınız, demek olur.
"O'nu teşbih edesiniz" âyeti iki türlü açıklanmıştır. Birincisine göre O'nu tesbih etmek şanı yüce Allah'ı hertürlü çirkin vasıftan tenzih etmekle olur. İkincisi, bu teşbihi de ihtiva eden namazı kılmaktır.
"Sabah akşam" âyeti ile ilgili açıklamalar daha önceden (el-Ahzab, 33/42. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Şair de şöyle demiştir:
"Ömrüm hakkı için sen halkına ikramda bulunduğum evsin,
Ve akşam (öğleden sonra) vakitlerinde gölgelerinde oturduğum."
10
Muhakkak ki sana bey'at edenler ancak Allah'a bey'at etmiş olurlar. Allah'ın eli onların eli üzerindedir. Kim bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile ahid ettiği şeye vefa gösterirse, ona pek yakında çok büyük bir ecir verecektir.
"Muhakkak ki sana" ey Muhammed, Hudeybiye'de
"bey'at edenler, ancak Allah'a bey'at etmiş olurlar."
Yüce Allah onların peygamberine yaptığı bey'atin bizzat Allah'a yapılmış bir bey'at olduğunu beyan etmektedir. Bu da yüce Allah'ın:
"Kim Rasûle itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur" (en-Nisa, 4/80) âyetine benzemektedir.
Burada sözü edilen bey'at ileride yüce Allah'ın izni ile bu sûrede açıklanacağı üzere Rıdvan bey'atidir.
"Allah'ın eli onların eli üzerindedir." Bir görüşe göre O'nun sevab vermek hususundaki Eli (lütuf ve nimeti) onların verdikleri söze bağlı kalmak hususundaki ellerinin (gayretlerinin) üstündedir, O'nun kendilerine hidayette bulunmak suretiyle verdiği lütuf itaatte bulunmak suretiyle ortaya koyduklarından çok üstündür.
el-Kelbî şöyle demiştir: Yani yüce Allah'ın onlara olan nimeti, onların yaptıkları bey'atten çok daha üstündür.
İbn Keysan da şöyle demiştir: Allah'ın gücü ve yardımı onların güç ve yardımlarından çok üstündür.
"Kim" bey'atten sonra ahdini
"bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur." Ahdini bozmanın zaran kendisine döner. Çünkü o kendi kendisini mükâfattan mahrum etmiş ve ceza görmeye maruz bırakmıştır.
"Kim de Allah ile ahid ettiği şeye vefa gösterirse" bey'at hususunda denildiği gibi, îman hususunda diye de açıklanmıştır.
"Ona pek yakında" cennette
"çok büyük bir ecir verecektir."
"Şeye" âyetini Hafs ve ez-Zühri "he" harfini ötreli olarak, diğerleri ise kesreli okumuşlardır.
"Ona... verecektir" anlamındaki lâfzı Nafî', İbn Kesîr ve İbn Amir: "(.........): Ona vereceğiz" şeklinde "nun" ile okumuşlardır. el-Ferrâ'' ve Ebû Muaz da bu okuyuşu tercih etmiştir. Diğerleri ise "ye" ile "Ona verecektir" anlamında diye okumuşlardır. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim'in -yüce Allah'ın adının buna yakınlığı dolayısıyla- bu görüşü tercih etmişlerdir.
11
Bedevilerden geri bırakılanlar sana diyecekler ki: "Mallarımız ve ailelerimiz bizi meşgul etti. Onun için bize mağfiret dile!" Onlar kalplerinde olmayan şeyi dilleri ile söylerler. De ki: "Eğer Allah size bir zarar gelmesini dilerse yahut sizin bir fayda görmenizi isterse, O'na karşı kim ne yapabilir? Hayır, Allah yapmakta olduklarınızdan bütünü ile haberdardır.
"Bedevilerden geri bırakılanlar sana diyecekler ki..." Mücahid ve İbn Abbâs dedi ki: Bununla Gıfar, Müzeyne, Cuheyne, Eşlem, Eşca' ve Dîl bedevilerini kastetmektedir. Bunlar Medine çevresinde bulunan bedevilerdi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) fetih (Hudeybiye) yılı Mekke'ye gitmek üzere yola çıkmak isteyince, onların da kendisi ile birlikte yola çıkmalarını istemiş; ancak onlar Kureyş'ten çekindikleri için Rasûlullah'tan geri kalmışlardı. İnsanlar onun savaşmak istemediğini bilmeleri için umre maksadıyla ihrama girmiş ve hediyelik kurbanlarını beraberinde götürmüştü. Bedeviler ise işi ağırdan alarak ona katılmamış ve işlerini mazeret olarak göstermişlerdi. Bunun üzerine bu âyeti kerîme nazil oldu. Yüce Allah'ın:
"Geri bırakılanlar" diye buyurması peygamberi ile birlikte olmaktan onları geri bırakanın Allah oluşundan dolayıdır.
"Geri bırakılan" terk olunan demektir. Daha önce et-Tevbe Sûresi'nde (9/81. âyette) geçmiş bulunmaktadır.
"Mallarımız ve ailelerimiz bizi meşgul etti." Yani onları çekip çevirecek kimsemiz yok
"onun için bize mağfiret dile!" diyerek peygamberden kendileri için mağfiret dilemesini istemek üzere geldiler. Halbuki onların asıl inançları, dışa vurduklarından farklı idi. Yüce Allah şu âyetiyle onların iç yüzlerini açığa çıkartarak onları rezil etti:
"Onlar kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylerler." Katıksız münafıklık işte budur.
"De ki: Eğer Allah size bir zarar gelmesini dilerse, yahut sizin bir fayda görmenizi isterse, O'na karşı kim ne yapabilir?" âyetindeki
"Bir zarar" lâfzını Hamza ve el-Kisaî yalnızca burada ötreli olarakdiye okumuşlardır. Size zarar verecek bir iş anlamına gelir. İbn Abbâs bozgun diye açıklamıştır.
Diğerleri ise "dat" harfini üstün olarak okumuşlardır. Bu da: "Ben ona bir zarar verdim" fiilinin mastarıdır. Ötreli okuyuşa göre lâfız, insanın karşı karşıya kaldığı zayıflık ve kötü durum gibi şeylerin ismidir. Mastar (fethalı) okuyuş bir defa ve daha fazlasının anlamını ifade eder. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim mastar okuyuşu tercih etmişlerdir ve şöyle demişlerdir: Çünkü onun karşılığında "faycia"yı zikretmiş bulunmaktadır ki, bu da zararın zıddıdır. Her ikisinin aynı anlamda iki ayrı söyleyiş oldukları da söylenmiştir. "Fakirlik" anlamında: söyleyişleri; "zayıflık" anlamında söyleyişleri gibi.
"Yahut sizin bir fayda" zafer ve ganimet
"görmenizi istese, O'na karşı kim ne yapabilir!"
Bu âyet, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan geri kalmanın gelecek zararı kendilerinden uzaklaştırabileceğini, elde edecekleri bir faydayı daha çabuk ele geçirmelerini sağlayabilecekleri kanaatlerini de reddetmektedir.
12
Daha doğrusu siz, Rasûlün ve mü’minlerin ebediyyen ailelerine dönmeyeceklerini sandınız. Üstelik bu, kalplerinizde süslendi ve kötü zanda da bulundunuz. Siz esasen helâk olmuş bir topluluksunuz.
"Daha doğrusu siz, Rasûlün ve mü’minlerin ebediyyen ailelerine dönmeyeceklerini sandınız." Çünkü onlar: Muhammed ve ashabı bir tek kelle ile doyacak kadar az (bir avuç insan)dırlar, onlar geri dönmeyeceklerdir, demişlerdi.
"Üstelik bu" yani münafıklık
"kalplerinizde süslendi." Bu süslemeyi yapan şeytandır; yahutta Allah bunu kalplerinde yaratmıştır.
"Ve kötü zanda da bulundunuz." Allah'ın, rasûlüne yardım etmeyeceğini sandınız.
"Siz esasen helâk olmuş bir topluluksunuz" âyetindeki lâfzını Mücahid: "Helâk olmuşlar" diye açıklamıştır. Katade ise; hayır namına hiçbir şeye yaramayan bozuk bir topluluk, diye açıklamıştır. el-Cevherî dedi ki: " Kendisinde hayır bulunmayan, kötü ve helâk olmuş adam" demektir. Abdullah ez-Zibara es-Sehmî şöyle demiştir:
"Ey mutlak malikin elçisi! Şüphesiz ki dilim,
Tutuktur, ben onu çözdüm mü helâk oldum demektir,"
Kadın hakkında da aynı şekilde "Helâk olmuş kadın" diye kullanılır. Bunu Ebû Ubeyd nakletmiştir. " Helâk olmuş bir topluluk" demektir. Yüce Allah:
"Sîz esasen helâk olmuş bir topluluksunuz." diye buyurmuştur. Bu lâfız;"Hetak olmuş kişi" lâfzının çoğuludur. Tıpkı; "Engel" lâfzının çoğulunun diye gelmesi gibi. "Filan kişi helâk oldu" demektir. " Allah onu helâk etti" anlamındadır. Bu lâfzın kötü, şerli kimseler anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu da İbn Bahr'ın açıklamasıdır. Hassan b. Sabit de şöyle demiştir:
"Ahmak, cahil ve konuşmayı beceremeyenlerin boylarının uzun olmasının faydası olmaz ve bazan, Yüce Rabbimiz helâk olmuş topluluğu doğru yola iletebilir."
13
Kim Allah'a ve Rasûlüne îman etmez ise şüphe yok ki Biz o kâfirler için çok alevli bir ateş hazırlamışadır.
Bu âyet, onlar için bir tehdit ve münafıklıkları sebebiyle kâfir olduklarını açıklamaktadır.
14
Göklerle yerin mülkü Allah'ındır. Dilediğine mağfiret eder, dilediğini de azaplandırır. Allah Gafûrdur, Rahîmdir. Yani O'nun kullarına bir ihtiyacı yoktur. O îman edenlere mükâfat vermek, kâfir olup isyan edenleri de cezalandırmak için kullarını teklif ile sınamıştır.
15
Geri bırakılanlar ganimetler almak üzere gittiğinizde: "Bırakınız bizi de peşinizden gelelim" diyecekler. Allah'ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: "Sizler asla peşimizden gelemezsiniz. Allah daha önceden böyle buyurmuştur." Onlar: "Hayır, siz bizleri kıskanıyorsunuz" diyecekler. Bilakis onlar pek az bir şey dışında anlamazlar.
"Geri bırakılanlar ganimetler almak üzere gittiğimizde: Bırakınız bizi de peşinizden gelelim, diyecekler" âyetinde sözü edilen ganimetler, Hayber ganimetleridir. Çünkü yüce Allah Hudeybiye'ye katılanlara Hayber'in fethedileceği ve oranın -(Hayber'de) hazır bulunsun, bulunmasın- sadece onlara has olduğu vaadinde bulunmuştu. Hayber fethinde de onlar arasından bulunmayan tek kişi Cabir b. Abdullah idi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona da tıpkı fetihte hazır bulunanlara verdiği gibi pay ayırmıştır.
İbn Abbâs dedi ki: Hayber'de paylaştırma işini üstlenen kişi ensardan Selîmeoğullarından Cebbar b. Sahr ile Neccaroğullarından Zeyd b. Sabit idi. Her ikisi de hesab ve paylaştırma işini iyi yapan kimselerdi.
"Bırakınız bizi de peşinizden gelelim" âyetindeki " Bırakınız bizi" anlamındadır. "Onu bırak" demektir. " O onu bırakır" anlamındadır. Bunun aslı ise; şeklindedir. Tıpkı "Onu içine aldı, alır" fiili gibi, onun baş harfi olan kullanılmamıştır. O bakımdan "onu bıraktı" anlamında: denilmediği gibi, "bırakan kimse" anlamında da denilmez. Bunun yerine: "Onu terketti" ve: "Terkeden" denilir.
Mücahid dedi ki: Bunlar Mekke'ye gitmek üzere çıkmayıp geri kaldılar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) çıkıp gidince bazılarını da ayırıp onları belli istikamete gönderince bu sefer onlar: Bizi bırakın da peşinizden gelelim, sizinle birlikte savaşalım, dediler.
"Allah'ın sözünü değiştirmek isterler." İbn Zeyd dedi ki: Bu yüce Allah'ın: "(Başka bir savaşa) çıkmak için senden izin isterlerse de ki: Siz ebediyyen benimle beraber asla çıkmayacaksınız ve benimle birlikte hiçbir düşmanla asla savaşmayacaksınız..." (et-Tevbe, 9/83) âyetinde sözkonusu edilmektedir. Ancak Taberî ve başkası bu görüşü kabul etmemişlerdir. Buna sebeb ise Tebuk gazvesinin hem Hayber'in, hem de Mekke'nin fethinden sonra gerçekleşmiş olmasıdır.
Bir başka açıklamaya göre âyetin anlamı şudur: Onlar yüce Allah'ın Hudeybiye'ye katılanlara vermiş olduğu vaadini değiştirmek istiyorlar. Çünkü yüce Allah Hayber'den alınacak ganimetleri onlara Mekke'nin fethinin bedeli olarak tayin etmişti. Çünkü Hudeybiye'den sulh yaparak geri dönmüşlerdi. Bu açıklamayı Mücahid ve Katade yapmıştır. Taberî bu açıklamayı tercih etmiş olup tevil bilginleri genel olarak bu görüşü benimsemişlerdir.
Hamza ve el-Kisaî "söz" anlamındaki âyeti "elif harfini düşürerek "lam"ı da kesreli olarak; şeklinde Kelime"nin çoğulu diye okumuşlardır. Diğerleri ise mastar olarak; " Söz" diye okumuşlardır. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim bunu yüce Allah'ın:
"Seni risaletlerimle ve kelamımla (seninle konuşmamla) seçip insanlara üstün kıldım" (el-Araf, 7/144) âyetini nazar-ı ita bara alarak tercih etmişlerdir.
Kelam (söz) tek başına bağımsız cümle (anlamlı söz, ifade) demektir, el-Cevherî dedi ki: Kelam cins bir isim olup az hakkında da çok hakkında da kullanılır. "Kelim" ise üç kelimeden aşağı olmaz. Çünkü bu "kelime"nin çoğuludur. " Köknar yemişi"nin çoğulunun şeklinde gelmesi gibi. Bundan dolayı Sîbeveyh: "Bu Arapçada "kelim" nedir ilmine dair bir bahistir" demiş "kelam nedir" dememiştir. Çünkü o isim, fiil ve harften ibaret olan muayyen üç şeyi kastetmiştir. Üolayısı ile ancak çoğul olan bir ifade kullanmış, tekil ve çoğul hakkında kullanılması mümkün olan lâfzı kullanmamıştır.
Temimliler "kef" harfini kesreli okuyarak -kelime anlamında derler. Buna dair açıklamalar daha önceden et-Tevbe Sûresi'nde (9/40. âyet, 11. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"De ki... Allah daha önceden böyle buyurmuştur." Hudeybiye'den dönüşümüzden önce Hayber'den alınacak ganimetler, sadece Hudeybiye'de hazır bulunacaklar içindir, diye buyurmuştur.
"Onlar, Hayır, siz bizleri" sizinle birlikte ganimet ele geçiririz diye
"kıskanıyorsunuz diyecekler."
Denildiğine göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Eğer sizler çıkmak istiyorsanız, ben size engel olmam. Şu kadar var ki size ganimetten pay yoktur." Onlar: Bu bir kıskançlıktır, dediler. Bunun üzerine müslümanlar şöyle dedi: Yüce Allah Hudeybiye'de sizin neler söyleyeceklerinizi bize haber vermişti. O da yüce Allah'ın:
"Onlar hayır, siz bizleri kıskanıyorsunuz, diyecekler" âyetidir.
Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır:
"Bilakis onlar pek az bir şey dışında anlamazlar." Yani onlar ancak dünya işini bilirler. Din işinden ancak çok az bir şey anlayabilirler, bu da savaşı terketmektir, diye de açıklanmıştır.
16
Geri bırakılan bedevi Araplara de ki: "Yakında çetin savaşçı bir kavme karşı çağrılacaksınız ve onlarla savaşacaksınız, yahut onlar İslâm'a gireceklerdir. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir ecir verir. Şayet bundan önce döndüğünüz gibi geri dönerseniz, sizi can yakan bir azâb ile azaplandırır.
Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız;
1- Yakında Kendileriyle Savaşmak Üzere Çağırılacakları Kimseler;
"Geri bırakılan bedevi Araplara" yani Hudeybiye'ye katılmayarak geri kalan şu kimselere
"de ki: Yakında çetin savaşçı kavme karşı çağırılacaksınız." İbn Abbâs, Atâ b. Ebi Rebah, Mücahid, İbn Ebi Leyla ve Atâ el-Horasanî bunlar Farslardır demişlerdir. Ka'b, el-Hasen ve Abdu'r-Rahmân b. Ebi Leyla ise: Bunlar Bizanslılardır demişlerdir. Yine el-Hasen'den: Bunlar Fars ve Rumlardır demiştir.
İbn Cübeyr Hevazin ve Sakif; İkrime Hevazin, Katade Huneyn günü Hevazin ve Gatafan diye açıklamışlardır. ez-Zührî ve Mukâtil ise: Bunlar Yemame'ye katılan Müseylime ile birlikçe bulunan Hanifeoğullarıdır. Rafı b. Hadic dedi ki: Allah'a yemin olsun ki biz şu:
"Yakında çetin savaşçı kavme karşı çağırılacaksınız" âyetini okuyor fakat Ebû Bekir bizleri Hanifeoğulları ile savaşmaya çağırıncaya kadar bunların kim olduklarını bilmiyorduk, işte o vakit bunların onlar olduğunu anladık.
Ebû Hüreyre dedi ki: Bu âyetin gerçekleşme zamanı henüz gelmemiştir. Ancak âyetin zahiri bu kanaati reddetmektedir.
2- Bu Ayet Ebû Bekir ve Ömer (Allah İkisinden de Razı Olsun)'in Halifeliklerinin Sıhhatine Delildir:
Bu âyet-i kerimede Ebû Bekir ve Ömer (Allah ikisinden de razı olsun)'in İmâmetinin (halifeliğinin) sıhhatine delil vardır. Çünkü Ebû Bekir onları Hanifeoğullarıyla savaşmaya, Ömer de Fars ve Rumlarla (Bizanslılarla) savaşmaya çağırdı. İkrime ile Katade'nin: Bu Huneyn günü Hevazin ve Gatafanlılar hakkındadır, şeklindeki görüşleri ise uygun değildir. Çünkü onları savaşa katılmaya çağıranın Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın olması imkansızdır. Zira:
"Siz ebediyyen benimle beraber asla çıkmayacaksınız ve benimle birlikte hiçbir düşmanla asla savaşmayacaksınız" (et-Tevbe, 9/83) diye buyurmuştur. İşte bu,onları çağıracak olanın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bir başkası olduğunun delilidir, Bilindiği gibi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sonra bunları savaşa katılmaya Ebû Bekir ve Ömer'den -Allah ikisinden de razı olsun- başkası çağırmış değildir. ez-Zemahşerî dedi ki: Eğer Katade'den bu. görüşü sahih olarak gelmişse anlam, şöyle olur; Sizler şu andaki kalp hastalığınız ve din hususundaki kararsızlığınızı sürdürdükçe benimle birlikte ebediyyen savaşa çıkmayacaksınız, Yahut Mücahid'in görüşüne göre; onlar hakkında belirlenen, onların Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte ganimetten pay almamak şartıyla, karşılıksız Allah rasûlüne tabi olmaları şeklinde de açıklanabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
3- Kendilerinden Cizye Kabul Edilmeyenlerin Durumu:
"Onlarla savaşacaksınız yahut onlar İslâm'a gireceklerdir" âyeti kendilerinden cizye alınmayanların hükmünü ortaya koymaktadır. Bu da yüce Allah'ın:
"onlarla savaşacaksınız" âyetine atfedilmîştir. Yani iki işten birisi olacaktır, ya onlarla savaşılacak yahut onlar İslâm'a gireceklerdir, üçüncü bir şık yoktur. Ubeyy'in kıraatinde;
"Yahut onlar İslâm'a gireceklerdir" anlamındaki âyet -sonunda "nun" harfi olmaksızın şeklinde olup, onlar İslânTa girinceye kadar... anlamındadır. Nitekim: “Ye yahut doy" sözünün: “Doyuncaya kadar ye" anlamında olmasına benzer. Şair (Îmruu’l-Kays) dedi ki:
"Ona: Ağlamasın gözlerin dedim, bizler ancak
Ya bir mülkü ele geçirmeye çalışıyoruz yahut ölürüz (ölünceye kadar savaşırız)
da mazur görülürüz."
ez-Zeccâc dedi ki: Yüce Allah'ın:
"Yahut onlar İslâm'a gireceklerdir" diye buyurması, savaşsız olarak onlar İslâm'a gireceklerdir demek olduğundan dolayıdır. Bu ise kitab ehli hakkında değil de müşriklerle savaşmak hakkındadır.
4- İtaatin Mükâfatı, Yüz Çevirmenin Cezası:
"Eğer itaat ederseniz Allah size güzel bir ecir" dünyada ganimet ve zafer, ahirette cennet
"verir. Şayet bundan önce" Hudeybiye yılında
"döndüğünüz gibi geri dönerseniz, sizi can yakan bir azâb" olan cehennem ateşi azâbı
“ile azaptandırır."
17
Gözleri görmeyene günah yoktur, topala günah yoktur, hastaya günah yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, onu altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Kim de yüz çevirirse, onu can yakan bir azâb ile azaplandırır.
İbn Abbâs dedi ki:
"Şayet bundan önce döndüğünüz gibi geri dönerseniz, sizi can yakan bir azap ile azaplandırır" (Fetih, 48/16) âyeti nazil olunca, kötürümler: Biz ne yapacağız ey Allah'ın Rasûlü? dediler. Bunun üzerine:
"Gözleri görmeyene günah yoktur, topala günah yoktur, hastaya günah yoktur." Yani körlükleri, kötürümlükleri ve zayıflıkları sebebiyle cihattan geri kalmalarından ötürü onlar için günah sözkonusu değildir, âyeti nazil oldu. Daha önce bu hususa dair etraflı açıklamalar et-Tevbe Sûresi'nde (9/91-92. âyetlerin tefsirinde) ve başka yerde (en-Nûr, 24/61. âyet, 1 ve 2. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır.
Topallık (a'rec); bir tek ayakta arız olan bir hastalıktır. Eğer bu, gazaya çıkmayı etkiliyor ise her iki ayakta rahatsızlığın bulunması öncelikli olarak etkili olur. Mukâtil dedi ki: Burada sözü edilenler Hudeybiye'den geri kalan ve özürleri kabul edilmiş bulunan kötürüm kimselerdir. Yani bunlar arasından sizinle birlikte Hayber'e gelmek isteyen gelsin, anlamındadır.
"Kim Allah'a ve Rasûlüne" kendisine verilen emirler hususunda
"itaat ederse, onu altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar." âyetindeki
"onu koyar" anlamındaki lâfzı Nafi ve İbn Amir tazir yolu ile: " Onu koyarız" diye okumuşlardır, diğerleri ise "ye" ile (koyar anlamında) okumuşlardır. Bunu Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim daha önce yüce Allah'ın ismi geçmiş olduğundan dolayı tercih etmişlerdir.
"Kim de yüz çevirirse onu can yakan bir azâb ile azaplandırır."
18
Yemin olsun ki ağacın altında sana bey'at ederlerken Allah mü’minlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilip de üzerlerine huzur ve sükun İndirmiş ve onları yakın bir fetih ile mükâfatlandırmıştır.
19
Ve alacakları birçok ganimetlerle de. Allah, Azizdir, Hakimdir.
"Yemin olsun ki ağacın altında sana bey'at ederlerken Allah mü’minlerden razı olmuştur" âyetinde sözü edilen bey'at, Rıdvan bey'ati olup Hudeybiye'de gerçekleşmiş.
Şimdi Hudeybiye'ye dair bilgileri kısaca aktaralım: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mustalık oğulları gazvesinden dönüşünde şevval ayında Medine'de İkamet etti. Daha sonra umre yapmak üzere zülkade ayında yola çıktı. Medine etrafında bulunan bedevi Arapların da beraberinde gelmelerini istedi. Ancak onların çoğunluğu ona katılmakta geciktiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beraberinde bulunan muhacir, ensar ve onunla birlikte yola koyulan diğer Araplarla beraber yola çıktı. Hepsi toplam 1400 kişi idiler, 1500 kişi oldukları söylendiği gibi, ileride geleceği üzere başka rakamlar da verilmiştir.
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hediyelik kurbanlarını da beraberinde götürüp insanlar onun savaşa çıkmamış olduğunu bilmeleri için de ihrama girdi. Onun Mekke'ye gelmek üzere çıktığı haberi Kureyş'e ulaşınca, onların büyük çoğunluğu Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı Mescid-i Haram'dan ve Mekke'ye girmekten alıkoymak üzere çıktılar. Şayet bunun için kendileriyle savaşacak olsaydı, onlar da bu maksatla onunla savaşacaklardı. Halid b. el-Velid'i -Mekke ile Medine arasında bir yer olan- Kura el-Gamim denilen bir yere bir grub atlı ile birlikte önlerinden gönderdiler.
Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) -Cuhfe ile Mekke arası bir yer, bir görüşe göre Medine yolu üzerinde Mekke'den iki merhale uzaklıkta bir yer olan- Usfan'da iken bunun haberini aldı. Ona bunu haber veren kişi Ka'boğullarından Bişr b. Süfyan idi.
Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların arkasından çıkacak şekilde bir yol izledi ve Mekke'nin ak taraflarından Hudeybiye'ye çıktı. Bunun için Eşlem'den bir adam da ona kılavuzluk etti. Bu husus Halid ile birlikte bulunan Kureyş atlılarına ulaşınca, durumu haber vermek üzere Kureyş'e gittiler.
Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hudeybiye'ye varınca devesi çöktü. Bunu görenler: (Peygamberin devesi) sebebsiz yere göktü, sebebsiz yere çöktü, dediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise şöyle buyurdu: "Hayır benim devem sebepsiz yere çökmedi. Onun böyle bir huyu da yok, fakat Fili Mekke'ye girmekten alıkoyan onu da alıkoydu. Bugün Kureyş benden akrabalık bağını gözetmemi isteyecekleri her ne teklifte bulunursa bulunsun, mutlaka onlara o istediklerini vereceğim." diye buyurdu.
Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) orada konakladı. Ey Allah'ın Rasûlü, bu vadide su yok, denildi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ok torbasından bir ok çıkartarak, onu ashabından birisine verdi. O şahıs o oku oradaki (suyu çekilmiş) kuyulardan birisine inerek kuyunun ortasına sapladı. Kuyu öyle bir kaynayıp coştu ki bütün orduya yetecek kadar suyu oldu.
Denildiğine göre oku alıp kuyuya inen kişi, Eslemli Naciye b. Cündüb b. Umeyr'dir. Bu kişi aynı zamanda o gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın develerini güden kişi idi. Oku kuyuya indiren kişinin el-Bera b. Azib olduğu da söylenmiştir.
Daha sonra Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Kureyş kâfirleri arasında elçiler gidip geldi. Karşılıklı gidip gelmeler ve tartışmalar sonunda Amiroğullarından Süheyl b. Amr gelinceye kadar devam edip gitti.
Onunla şu hususlar üzerinde anlaştı: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu yıl geri dönecek, ertesi yıl umre yapmak üzere geri gelecek, O ve ashabı Mekke'ye, kınlarında kılıçlar dışında silahsız girecekler. Mekke'de üç gün kaldıktan sonra çıkacaktı. Ayrıca on yıllık bir süre ile kendisi ile Kureyşliler arasında bir barış olacak, insanlar istediği tarafa katılabilecekler ve birbirlerine karşı emniyeti bozacak bir uygulamada bulunmayacaklardı. Erkek ya da kadın bir kimse müslüman olarak kâfirlerden kaçarak müslümanlara gelecek olursa, kâfirlere geri verilecekti. Buna karşılık müslümanlardan irtiüad ederek kâfirlere geri dönen bir kimseyi müslümanlara geri vermeyeceklerdi.
Bu, müslümanlara çok ağır geldi. Hatta kimileri bu hususta ileri geri konuştular. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise yüce Allah'ın kendisine Öğretmesi neticesinde, müslümanlara bir kurtuluşu pek yakında göstereceğini çok İyi biliyordu. Bunun için ashabına şöyle demişti: "Sabredin, şüphesiz yüce Allah bu barışı dininin üstün gelmesi için bir sebeb kılacaktır." İnsanlar önceleri tepki gösterirken Peygamber efendimizin bu sözü üzerine yatıştı.
Süheyl b. Amr barış şartlarının yazıldığı sahîfenin başında "Allah'ın Rasûlü Muhammed'den" diye yazılmasını kabul etmedi. Ona: Eğer biz bu hususta senin doğruluğunu kabul etseydik, yapmak istediğin hususlarda sana engel olmazdık. O bakımdan: "Bismikellahumme: Senin adınla ey Allah'ım" diye yazmanı istiyoruz, başka bir şey kabul etmiyoruz, dedi.
Barış sahifesini yazmakta olan Ali'ye: "Sil ey Ali! Onun yerine bismikellahumme yaz." diye buyurdu. Ali "Allah'ın Rasûlü Muhammed" ibaresini eliyle silmek istemedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Onu bana göster" diye buyurdu. Ona bu sözlerin yazılı olduğu yeri gösterince bizzat Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) eliyle onu sildi ve "Abdullah'ın oğlu Muhammed'den" diye yazmasını emretti.
O gün barış şartlarının yazılmasının hemen peşinden Süheyloğlu Ebû Cendel, bağlı olduğu zincirlerini sürükleyerek geldi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onu babasına geri verdi. Bu da müslümanlara çok ağır geldi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hem müslümanlara, hem Ebû Cendel'e: "Muhakkak Allah onun için bir çıkış yolu ve bir kurtuluş takdir edeceğini" haber verdi.
Barıştan önce Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Osman b. Affan'ı Mekke'ye elçi olarak göndermişti. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Mekkelilerin onu öldürdüğüne dair haber ulaştı. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) o zaman Mekkeliler ile çarpışmak üzere kendisine bey'at yapmayı teklif etti. Bir rivâyete göre ölüm üzere onlarla bey'atleşti. Onlarla kaçmamak üzere bey'atleştiği de rivâyet edilmiştir. İşte yüce Allah'ın Rasûlüne bey'atte bulunanlardan razı olduğunu haber verdiği ağacın altında yapılan Rıdvan bey'ati budur. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da onların cehenneme girmeyeceklerini haber verdi, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Osman adına da sağ elini sol elinin üzerine koyarak bey'atleşti. O bakımdan o da bizzat o bey'atte bulunanlar gibidir.
Vekî', İsmail b. Ebû Halid'den, o en-Nehaî'den şöyle dediğini zikretmektedir: Hudeybiye günü Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ilk olarak bey'at eden kişi, Esedoğullarından Ebû Süfyan'dır.
Müslim'in, Sahih'inde Ebû'z-Zübeyr'den, o Cabir'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Hudeybiye günü 1400 kişi idik. Bir sakız ağacı olan ağacın altında Ömer onun elinden tuttuğu halde biz de ona bey'at ettik. (Cabir) dedi ki; Biz ona kaçmamak üzere bey'at ettik, ölüm üzere ona bey'at etmedik. Yine ondan (Ebû'z-Zübeyr'den) gelen rivâyete göre o Cabir'e; Hudeybiye gününde kaç kişi idiler, diye sorulduğunu, buna da; Biz 1400 kişi idik, diye cevab verdiğini duyduğunu belirtmektedir. (Cabir devamla); Bir sakız ağacı olan o ağacın altında Ömer elinden tuttuğu halde biz ona bey'at ettik. Ensardan Ced b. Kays dışında hepimiz ona bey'at ettik. O devesinin karnı altında saklanmış idi. Müslim, lll, 1483; Müsned, IV, 396.
Salim b. Ebi'l-Ca'd'dan şöyle dediği nakledilmiştir: Cabir b. Abdullah'a ağacın altında bey'at edenler hakkında soru sordum, da o: Eğer biz yüzbin kişi olsaydık, yine bize yetecekti. Biz binbeşyüz kişi idik. Bir rivâyette de unbeşyüz (yani bin beşyüz) idik denilmektedir. Buhârî, III, 1310, IV, 1526; Müslim, 1484; Müsned, III, 29», 329.
Abdullah b. Ebi Evfa'dan dedi ki: Ağacın akında bey'at edenler binüçyüz kişi idiler. Eslemliler de muhacirlerin sekizde biri idi.
Yezid b. Ebi Ubeyd'den dedi ki: Ben Seleme'ye: Hudeybiye günü Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ne üzerine bey'at ettiniz? diye sordum. O, ölüm üzere dedi.
el-Bera b. Azib'den dedi ki: Hudeybiye günü barış şartlarını Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile müşrikler arasında Ali yazmıştı. O: Bu Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Muhammed'in yazıştığı (şartlar)dır, diye yazdı. Onlar: Rasûlullah diye yazma, dediler. Çünkü biz senin Rasûlullah olduğunu bilseydik seninle savaş ma zdık. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ali'ye: "Onu sil" diye buyurdu. Ancak o: Ben onu silemem, dedi. Bu sefer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu kendi eliyle sildi. Koştukları şanlar arasında: Mekke'ye (gelecek sene) girecekler ve orada üç gün kalacaklar, yine Mekke'ye ancak kılıçları kınlarında girecekler, başka bir silah yanlarında olmayacaktı.
Enes'ten rivâyete göre: Kureyşliler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile -aralarında Süheyl b. Amr- bulunduğu halde barış yaptılar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ali'ye: "Rahmân ve rahim Allah'ın ismi ile diye yaz" buyurdu. Fakat Süheyl b. Amr: Biz "Allah'ın adıyla" demenin ne olduğunu biliyoruz fakat "rahman ve rahim Allah'ın adıyla" ne demektir, bilmiyoruz, Bunun yerine bildiğimiz şey olan: Senin adınla ey Allah'ım, diye yaz dedi.
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Rasûlullah Muhammed'den diye yaz" diye buyurdu. Onlar: Şayet bizler senin Allah'ın rasûlü olduğunu bilseydik sana uyardık, fakat bunun yerine kendi ismini ve babanın ismini yaz dediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Abdullah'ın oğlu Muhammed'den diye yaz" diye buyurdu.
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şu şartları koştular: Sizden gelenleri biz size geri vermeyeceğiz, ancak bizden size gelenleri siz bize geri vereceksiniz. (Ashab): Ey Allah'ın Rasûlü bunu yazalım mı, diye sordular. O: "Evet, çünkü bizden onlara giden bir kimseyi Allah uzaklaştırmış olur. Onlardan bize gelen bir kimseye gelince, Allah o kimse için çok geçmeden bir kurtuluş ve bir çıkış yeri gösterecektir." Müslim, III, 14li; Müsned, III, 2fiH; Ebû Avane, Müsned, I, IV, 296; İbn Ebi Şeybe, Mûsannef, VII, 3K5.
Ebû Vail'den dedi ki: Sıffin günü Sehl b. Huneyf ayağa kalkıp: Ey insanlar, diye seslendi, Siz kendi kendinizi itham ediniz, yemin olsun biz Hudeybiye gününde Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte idik. Eğer bir savaş olduğunu görmüş olsaydık, elbetteki savaşırdık. Bu, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile müşrikler arasındaki sulh sırasında olmuştu,
Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh), Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek: Ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Biz hak üzere değil miyiz? Onlar da batıl üzere değil midirler? Peygamber; "Evet, öyledir" diye buyurdu. Ömer: Bizden ölenler cennette, onlardan ölenler cehennemde değil midir? diye sordu. Peygamber: "Evet" diye buyurdu. Bu sefer şöyle sordu: Peki, Allah bizimle onlar arasında hükmünü vermeden niçin dinimiz hususunda aşağılık olan şartları kabul ediyor ve böylelikle geri dönüyoruz?
Peygamber şöyle buyurdu: "Ey Hattab'ın oğlu! Ben Allah'ın Rasûlüyüm. Allah ebediyyen beni sahibsîz bırakmaz."
(Sehl b. Huneyf devamla) dedi ki: Bunun üzerine Ömer gitti. Öfkesinden dayanamayıp Ebû Bekir'e vardı ve: Ey Ebû Bekir, dedi. Biz hak üzere değil miyiz? Onlar da batıl üzere değil midirler? Ebû Bekir: Evet, dedi. Ömer: Bizden öldürülenler cennette, onların ölüleri cehennemde değil midir? Ebû Bekir: Evet, dedi. Bu sefer Ömer şunu sordu: Allah bizimle onlar arasında henüz hüküm vermemişken ne diye dinimiz hususunda bizi küçültecek şartları kabul ediyor ve Öylelikle geri dönüyoruz?
Ebû Bekir dedi ki; Ey Hattab'ın oğlu, o Allah'ın Rasûlüdür. Allah onu asla sahibsiz bırakmayacaktır. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Fetih (Sûresi) indi. Yüce Allah bunu Ömer'e gönderdi ve ona okudu. Ey Allah'ın Rasûlü! Bu bir fetih midir? diye sordu. Peygamber: "Evet" diye buyurunca, Ömer'in gönlü hoş oldu ve geri döndü. Buhârî, III, 1162, IV, 1832; Müslim, III, 1411; Müsned, III, 485- Ayrıca bk. Buhârî, II, 973.
"Kalplerinde olanı" el-Ferrâ'ya göre doğruluk ve vefakarlığı, İbn Cüreyc ve Katade: Kaçmamak üzere bey'at etmek emrine razı oluşları, Mukâtil 'e göre ise ölünceye kadar onunla savaşmak üzere bey'atte bulunmaktan (varsa) hoşlanmayışı
"bilip de üzerlerine huzur ve sükun indirmiş" ve nihayet ona bey'at etmişlerdir.
Şöyle de açıklanmıştır:
"Kalplerinde olanı bilip" yani müşriklerin onları engellemelerinden ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın rüyasının gerçekleşmesinin gecikmesinden dolayı duydukları üzüntü ve keder demektir, Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında Kabe'ye girdiğini görmüştü. Öyle ki sonunda Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bu bir rüyadan ibaretti" diye buyurdu. Ebû Bekir es-Sıddîk da şöyle demişti: Rüyada bu sene girilecek, diye bir şey yoktu.
Âyet-i kerimede geçen
"huzur ve sükun (sekinet)" verilen sözün gerçekleşeceğine dair kalbteki huzur, güven ve sükun demektir, Sabır anlamında olduğu da söylenmiştir.
"Ve onları yakın bir fetih ile mükâfatlandırmıştır" âyeti hakkında Katade ve İbn Ebi Leyla Hayber fethi diye açıklamışlardır. Mekke fethi olduğu da söylenmiştir. Buradaki
"mükâfatlandırmıştır" anlamındaki âyet: "Onlara vermiştir" diye de okunmuştur.
"Ve" Hayber mallarından
"alacakları birçok ganimetler de" Hayber'in akarı ve malları pek çoktu, Hudeybiye ile Mekke arasında bir yerdi. Buna göre
"ganimetler" anlamındaki lâfız, "yakın bir fetih"den bedeldir. ("Ganimetler" anlamındaki lâfzın başına gelen) "vav" ise fazladan gelmiştir. Buradaki "ganimetler'in Fars ve Bizans ganimetleri olduğu da söylenmiştir.
20
Allah sîze alacağınız çok ganimetler vaadetti. Allah sîze bunu acilen vermiş ve sizden insanların ellerini çek(tir)miştir. Mü’minlere bir alamet olsun ve sîzi dosdoğru yola iletsin diye.
"Allah size alacağınız çok ganimetler vaadetti" âyeti hakkında İbn Abbâs ve Mücahid dedi ki: Bunlar kıyâmet gününe kadar alınacak ganimetlerdir. İbn Zeyd de: Bunlar Hayber ganimetleridir, diye açıklamıştır.
"Allah size bunu" Mücahid'e göre Hayberi, İbn Abbâs'a göre ise Hudeybiye sulhunu
"acilen vermiş ve sizden insanların" Mekkelilerin
"ellerini çek(tir)miştir." Yüce Allah yapılan barış ile Mekkelilerin size ilişmelerini önlemiştir. Katade de şöyle açıklamıştır: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hudeybiye ve Hayber'e gittikten sonra Medine'ye yahudilerin ilişmelerini önlemiştir. Taberî'nin tercih ettiği açıklama budur. Çünkü Hudeybiye'de müşriklerin ellerinin çektirilmesi yüce Allah'ın;
"O... onların ellerini sizden... çekendi" (el-Feth, 48/24) âyetinde sözkonusu edilmiştir.
İbn Abbâs da yüce Allah'ın;
"Sizden İnsanların ellerini çek(tir)miştir"
âyeti hakkında şöyle demiştir: Bununla kastedilen Fezareli Uyeyne b. Hısn ile Avf b. Malik en-Nadrî ve onlarla birlikte bulunanlardır. Çünkü bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hayberlilerİ muhasara altında tutuyorken, Hayberlilere yardımcı olmak üzere gelmişlerdi, Yüce Allah onların kalplerine korku saldı ve onları müslümanlardan uzaklaştırarak el çektirdi.
"Mü’minlere bir alamet olsun" yani onların bozguna uğramaları silin ise esenliğe kavuşmanız mü’minlere bir belge, bir delil olsun. Böylelikle yüce Allah'ın gerek hazırlarken, gerek de hazır bulunmadıkları zamanda onları koruduğunu bilsinler.
Şöyle de açıklanmıştır: Yani onların ellerini sizden çektirmesi mü’minlere bir alamet olsun diye (bunu yaptı). Bir diğer açıklamaya göre; Size acilen vermiş olduğu bu ganimetler senin doğruluğuna -bu ganimetleri ek geçireceklerine dair onlara vaadde bulunduğun için- mü’minlere bir alamet olsun diye (böyle oldu).
" Olsun... diye" âyetinin başındaki "vav" Kûfelilere göre fazladan gelmiştir. Basralılar ise bu hazfedilmiş bir ifadeye acf edatıdır, demişlerdir. Yani o kendisine şükredesiniz ve mü’minlere bir alamet olsun diye insanların ellerini sizden çektirdi, demektir.
"Ve sizi dosdoğru yola iletsin" hidayetinizi arttırsın yahutta hidayet üzere size sebat versin
"diye."
21
Henüz güç yetiremediğiniz diğerlerini de (vaadetmiştir). Allah ise onları kuşatmıştır. Allah herşeye gücü yetendir.
"Henüz... diğerlerini de" âyeti daha önce geçen "bunu: Hazini" anlamındaki lâfza atfedilmiştir. Yani o size hem bu ganimetleri acilen vermiş, hem de size başka ganimetler vaadetmiştir. Öyle ki
"henüz güç yetiremediğiniz" ganimetler olup
"Allah ise onları kuşatmıştır."
İbn Abbâs dedi ki: Burada maksat, müslümanların gerçekleştirdikleri fetihlerdir. İran ve Bizans toprakları ile müslümanların yaptıkları bütün fetihler gibi. Aynı zamanda bu el-Hasen, Mukâtil ve İbn Ebi Leyla'nın da görüşüdür. Yine İbn Abbâs'tan, ed-Dahhak, İbn Zeyd ve İbn İshak'dan maksat Hayber'dîr. Yüce Allah orayı fethetmeden önce onu Peygamberine vaadetmiştir. Onlar yüce Allah orayı fethedeceklerini kendilerine haber verinceye kadar orayı fethedeceklerini ummuyorlardı, dedikleri rivâyet edilmiştir.
Yine el-Hasen ve Katade de: Bu Mekke fethidir, demişlerdir. İkrime de Huneyn diye açıklamıştır. Çünkü yüce Allah:
"Henüz güç yetiremediğiniz" diye buyurmuştur. Bu da daha önce orayı ele geçirmek için bir çaba olduğunu, böyle bir isteğin ise halen henüz gerçekleşmediğini göstermektedir. Tıpkı Mekke hakkında olduğu gibi. Bu açıklamayı da el-Kuşeyrî yapmıştır.
Mücahid ise dedi ki: Bu Kıyâmet gününe kadar olacak şeyleri ihtiva eder.
"Allah ise onları kuşatmıştır" âyeti da Allah onları sizin için hazırlamıştır, demektir. Buna göre bunlar dört bir yanından etrafı kuşatılmış olup, kuşatıldığından ötürü elden kaçması sözkonusu olmayan bir şey gibidir. İşte sizler de şu anda henüz onlara güç yetiremiyor iseniz dahi bunlar size hesab edilmiştir ve bunlar kaçınılmaz olarak elinize geçecektir,
"Allah ise onları kuşatmıştır" âyetinin. Allah onların sizin olacağını bilmiştir, anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın:
"Ve muhakkak Allah'ın ilmi ile herşeyi kuşatmış olduğunu..." (et-Talâk, 69/12) âyetinde olduğu gibi.
Allah onları sizin için, sizin tarafınızdan fethedilsinler diye muhafaza etmiştir, diye de açıklanmıştır.
"Allah her şeye gücü yetendir."
22
Eğer inkar edenler sizinle savaşmış olsalardı, elbette arkalarını dönüp kaçacaklardı. Sonra da koruyacak bir dost ve bir yardımcı bulamazlardı.
23
(İşte bu) Allah'ın süregelen bir sünnetidir. Sen Allah'ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın.
"Eğer inkar edenler sizinle savaşmış olsalardı, elbette arkalarını dönüp kaçacaklardı" âyeti hakkında Katade dedi ki: Bu âyetle Hudeybiye'deki Kureyş kâfirleri kastedilmektedir. Bir diğer açıklamaya göre:
"Eğer inkar edenler" Gatafan, Esed ve Hayberlilere yardım etmek isteyenler
"sizinle savaşmış olsalardı, elbette arkalarını dönüp kaçacaklardı." Savaşta onlar yenik düşeceklerdi diye de açıklanmıştır.
"Sonra da koruyacak bir dost ve yardımcı bulamazlardı. (İşte bu) Allah'ın öteden beri süregelen bir sünnetidir." Bununla Allah'ın eskiden beri gerçek dostlarına, düşmanlarına karşı zafer vermesi şeklinde uygulayageldiği adeti ve yolunu kastetmektedir.
" Sünnet" lâfzı mastar olarak nasbedilmiştir.
"Allah'ın sünneti" anlamındaki lâfzın, Allah'ın sünneti gibi... demek olduğu da söylenmiştir, Sünnet, yol, yaşayış tarzı ve şekli demektir. Şair şöyle demiştir:
"Senin izleyip durduğun bir siret üzere kararsızlık gösterme,
Çünkü bir sünnete ilk razı olan kişi onun üzere yol alıp gidendir."
Sünnet, aynı zamanda Medine hurmalarından bir çeşidin adıdır.
"Sen Allah'ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın."
24
O sizi kendilerine karşı muzaffer kıldıktan sonra Batn-ı Mekke'de onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekendi. Allah yaptığınızı çok iyi görendir.
"O sizi kendilerine karşı muzaffer kıldıktan sonra Batn-ı Mekke'de" Hudeybiye'de demektir.
"Onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekendi" âyetinde geçen:
"Sizi kendilerine karşı muzaffer kıldıktan sonra" bölümü ile ilgili olarak Yezid b. Harun şunu rivâyet etmektedir: Bize Hammâd b. Seleme, Sabit'ten haber verdi. O Enes'ten dedi ki: Mekkelilerden seksen kişi silahlı olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı ve ashabını gafil yakalamak isteği ile Tenim dağından aşağıya indiler. Bize herhangi bir zarar veremeden onları teslim aldık ve hayacta bıraktık (öldürmedik). Bunun üzerine yüce Allah:
"O sizi kendilerine karşı muzaffer kıldıktan sonra Batn-ı Mekke'de onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekendi" âyetini indirdi. Müslim, III, 1442; Müsned, III. 124
Abdullah b. Muğaffel el-Müzenî dedi ki: Hudeybiye'de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'de sözünü ettiği ağacın dibinde bulunuyor idik. Biz bu durumda iken üzerimize silahlı otuz genç delikanlı çıkıverdi. Yüzümüze doğru hücum ettiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara beddua etti, yüce Allah onların gözlerini aldı. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara; "Sizler herhangi bir kimsenin ahdine (emanına) sığınarak mı geldiniz? Yoksa herhangi bir kimse size bir eman mı verdi?" Onlar: Hayır, öyle bir şey yok dediler. Peygamber de onları serbest bıraktı. Bunun üzerine yüce Allah:
"O sizi... onların ellerini sizden... çekendi" âyetini indirdi. Hakim, Müstedrek, II, 500; Nesâî, es-Sünenu’l-Kübra, VI, 464; Müsned, IV, 86, Beyhaki, es-Sünenu'l-Kübra, VI. 319.
İbn Hişam, Vekî'den şöyle dediğini zikretmektedir: Kureyşlilerden yaklaşık yetmiş ya da seksen kişi müslümanlara zarar vermek ve onların kenar taraflarda bulunanlarına karşı bir fırsat kollamak üzere geldiler. Müslümanlar onların farkına vardı ve onları esir ettiler. Bu olay arada barış yapmak üzere elçilerin gidip geldiği sırada olmuştu. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onları serbest bıraktı. İşte kendilerine "el-uteka (azad edilenler)" ismi verilen kimseler bunlardır. Muaviye ve onun babası da bunlar arasındadır.
Mücahid dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) umre yapmak üzere (Mekke'ye) gitti. Haremde bulundukları bir sırada onun ashabı -kendileri bir şeyden habersizken- birtakım kimseleri yakalayıp getirdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları serbest bıraktı. İşte Batn-ı Mekke'de onlara karşı kendilerine zafer vermesi budur.
Katade dedi ki: Bize nakledildiğine göre Züneym diye bilinen Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından bir kişi Hudeybiye'deki bir tepe üzerine çıktı. Müşrikler ona bir ok attılar ve onu öldürdüler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir grub atlı gönderdi, onlar da kâfirlerden oniki süvari alıp geldiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara: "Sizin benim üzerimde yerine getirmek zorunda olduğum bir hakkınız var mı?" diye sordu, onlar: Hayır dediler. Bunun üzerine onları serbest bırakınca bu âyet-i kerîme nazil oldu.
İbn Ebza ve el-Kelbî dedi ki: Bunlar Hudeybiye'ye katılanlardır. Yüce Allah barış gerçekleşinceye kadar müslümanlara zarar vermekten yana onların ellerini çekmişti. Halbuki hepsi de (savaş maksadıyla) çıkmış ve müslümanların üzerine gitmek istemişlerdi. Aynı şekilde yüce Allah müslümanların da ellerini onlardan çekmişti. Halid b. el-Velid'in müşriklerin atlıları arasında olduğu da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
el-Kuşeyrî dedi ki; Bu rivâyetlerden biridir. Sahih olan ise şudur: O (Halid b. Velid) o sırada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunuyordu. Ancak bilinen su ki; Halid b. el-Velid Hudeybiyeden yaklaşık altı ay sonra İslama girmiştir
Seleme b. el-Ekva' dedi ki: Henüz barış görüşmeleri yapılıyorken Ebû Süfyan geliverdi. Vadi silahlı adamlarla dolup taşıyordu. (Seleme) devamla dedi ki: Kendilerine ne bir fayda, ne de bir zarar vermek imkanını bulamayan silahlı altı müşriği önüme katarak getirdim ve onları Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna çıkardım. Ömer ise yolda: Ey Allah'ın Rasûlü, biz bizimle savaş halinde olan bir topluluğun üzerine gidiyoruz. Bizim ise beraberimizde silah da yok, savaş araç gereci de yok. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine yoldan Medine'ye haber göndererek oradaki bütün silahlan, savaş araç ve gereçlerini getirdiler, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a; Ebû Cehil'in oğlu İkrime senin üzerine besyüz atlı ile birlikte geldi; diye haber verildi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Halid b. el-Velid'e: "İşte bu senin amcan oğlu, üzerine beşyüz kişi ile birlikte geliyor." dedi. Halid: Ben Allah'ın ve Rasûlünün kılıcıyım. Bunun üzerine o gün kendisine Allah'ın kılıcı ismi verildi. Beraberinde bir grub atlı ile birlikte yola çıktı, kâfirleri bozguna uğratarak Mekke bahçelerine sığınmak zorunda bıraktı. Bu rivâyet daha sahihtir. Aralarında çarpışma taşlarla olmuştu. Oklarla ve yayların uçlarıyla çarpıştıkları da söylenmiştir.
Bir başka açıklamaya göre elin çektirilmesi ile yüce Allah şunu kastetmiştir: Yazdan antlaşma belgesinde şu şart koşulmuştu: Onlardan bize gelenleri biz onlara geri çevireceğiz. Bunun üzerine Mekke'den müslüman olmuş birtakım kimseler çıkıp geldiler. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendilerini müşriklere geri vermesinden korktukları için sahile doğru gittiler. Bunlardan birisi de Ebû Basir idi. Bunlar kâfirlere baskın yapmaya, onların kervanlarını vurmaya koyuldular.. Nihayet Kureyş'in büyükleri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek: Bizim emin olabilmemiz için onları sen yanına al, dediler, o da dediklerini yaptı.
Bir başka açıklamaya göre Gatafanlılarla, Esedliler Hayber yahudilerini müslümanlara karşı korumak istediler. Çünkü onlarla antlaşmaları vardı. Yüce Allah ise onları böyle bir işi yapmaktan alıkoydu. İşte ellerinin çekilmesi budur.
"Batn-ı Mekke" hakkında iki görüş vardır. Birincisine göre bununla Mekke'yi kastetmektedir, ikinci görüşe göre de kastedilen Hudeybiye'dir. Çünkü Hudeybiye'nin bir bölümü Harem bölgesindedir.
el-Maverdî dedi ki: Yüce Allah’ın:
"Sizi kendilerine karşı muzaffer kıldıktan sonra" âyeti Mekke'nin fethi ile muzaffer kılmış olması demektir. Buna göre bu âyet-i kerîme Mekke'nin fethinden sonra inmiş olmaktadır. Ayrıca bu âyette Mekke'nin sulh yoluyla fethedilmiş olduğuna delil vardır. Çünkü yüce Allah:
"Onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekendi" diye buyurmuştur.
Derim ki: Sahih olan -daha önce ashab ve tabiinden olan tevil bilginlerinden naklettiğimize göre- bu âyet-i kerimenin, Mekke fethinden önce Hudeybiye hakkında indiğidir.
Tirmizî rivâyetle dedi ki: Bize Abd b. Humeyd anlattı, dedi ki: Bana Süleyman b. Harb anlattı, dedi ki: Bana Hammâd b. Seleme, Sabit'ten anlattı, o Enes'ten naklen dedi ki: Seksen kişi Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabı üzerine sabah namazı vaktinde -Peygamberi öldürmek kastı ile- Tenim tepesinden üzerlerine hücum ettiler. Hiçbir zarar veremeden yakalandılar. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onları serbest bıraktı. Yüce Allah da:
"O... onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekendi" âyetini indirdi, Ebû Îsa dedi ki; Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizi, V, 386; Müslim, III, 1442; Ebû Dâvûd, III, 61; Müsned, III, 290. Daha önceden de geçmiş bulunmaktadır.
Mekke'nin fethine gelince, haberlerin gösterdiği şu ki; Mekke kılıç zoru ile fethedilmiştir. Bu hususa dair açıklamalar daha önce el-Hac Sûresi'nde (22/25. âyet, 3- başlıkta) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.
"Allah yaptığınızı çok iyi görendir."
25
Onlar, kâfir olanlar, sîzleri Mescidi Haramdan, bekletilen kurbanlarınızı yerlerine varmaktan alıkoyanlardır. Eğer bilmediğiniz mü’min erkeklerle mü’min kadınlar olmayaydı ve siz onları bilmeyip çiğnemeyecek size onlardan dolayı da bir vebal İsabet etmeyecek olsa idi (onlardan ellerinizi çekmezdi). Ta ki Allah dilediği kimseyi rahmetine soksun. Eğer onlar ayrılmış olsalardı, Ötekilerden kâfir olanları elbette acıklı bir azâb ile azaplandırmış olacaktık.
"Onlar, kâfir olanlar, sizleri Mescid-i Haram'dan, bekletilen kurbanlarınızı yerlerine varmaktan alıkoyanlardır" hölütnüne dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
1- Kâfirler ve Yaptıkları:
"Onlar kâfir olanlar...dır" âyeti ile kastedilenler, Kureyşlilerdir. Onlar Hudeybiye yılı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabı ile birlikte umre yapmak üzere ihrama girdiklerinde Mescid-i Haram'a girmekten sizi alıkoymuşlardı. Ayrıca bekletilen kurbanlarınızı da yerine ulaşmasın diye engellemişlerdi. Halbuki bu onların inançlarına aykırı idi. Ancak, onların gururlan ve cahiliye kibirleri dinen inançlarına uygun görmedikleri işleri yapmaya itmişti. İşte yüce Allah bundan dolayı onları azarlamakta ve bu yaptıkları için onları tehdit etmektedir. Diğer taraftan Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı da beyanı ve vaadi ile teselli etmektedir.
2- Bekletilen Kurbanlıklar ve Kurbanlıkta Ortaklık:
"Bekletilen kurbanlarınızı" âyeti, alıkonulan kurbanlarınızı... demektir. "Durdurulan diye de açıklanmıştır. Ebû Amr b. el-Ala: Toplu olarak bulunan, diye açıklamıştır.
el-Cevherî dedi ki: "Onu alıkoydu, bekletti" demektir. Müzari hali: diye, mastarı da ...diye gelir. Şanı yüce Allah'ın:
"Bekletilen kurbanlar" âyeti da buradan gelmektedir. Şu işten seni bekleten (alıkoyan) nedir" denilir. Mescidde itikat tabiri de buradan gelmektedir ki, orada alıkonulmak, beklemek demektir.
"Yerlerine varmaktan" âyetindeki
"yerler"den kasıt, kesilmeleri gereken yerler demektir. Bu açıklamayı el-Ferrâ'' yapmıştır. Şâfiî (radıyallahü anh) harem diye açıklamıştır. Ebû Hanife (radıyallahü anh) da böyle demiştir; Muhsar bir kimse (Hareme girmekten alıkonulan bir kimse)nin kurban kesme yeri Harem bölgesidir.
"Ha" harfi kesreli olarak; " Bir şeyin en nihai noktası" demektir, üstün olarak ise (mahal şeklinde) insanların bulundukları yer demektir. Peygamber efendimizin götürdüğü kurbanlıklar yetmiş deve idi. Fakat yüce Allah lütfuyla o yeri (Hudeybiye'de alıkonuldukları yeri) kurbanını keseceği yer kılmıştır. Daha önce el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın:
"Eğer alıkonulursanız..." (el-Bakara, 2/196) âyeti açıklanırken geçtiği üzere, ilim adamları bu hususta farklı görüşlere sahiptirler, sahih olan kaydettiğimiz görüştür.
Müslim'in, Sahih 'indeki rivâyete göre Ebû'z-Zübeyr, Cabir b. Abdullah'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Biz Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Hudeybiye yılında deveyi de yedi kişi adına, ineği de yedi kişi adına kestik. Yine ondan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte hac ve umrede her yedi kişi bir büyük baş hayvana ortak olduk (ve kurban kestik). Bunun üzerine bir adam Cabir'e: Peki deveye ortak olunduğu gibi ineğe de ortak olunur mu? diye sordu. O; O da ancak büyükbaş hayvanlardan birisidir, dedi. Cabir, Hudeybiye'de hazır bulunmuş ve şöyle demiştir: O gün biz yetmiş büyükbaş hayvan kestik. Herbir büyükbaşa yedi kişi ortak olduk Müslim, II, 955.
Buharî'de İbn Ömer'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte umre yapmak üzere yola çıktık. Kureyş kâfirleri Beytullah'a varmamızı engelledi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) develerini kesti ve başını traş etti. Buhârî, II, 641, 6-13,961
Denildiğine göre; o gün Peygamber efendimizin başını traş, eden şahıs Huzaalı Hiraş b. Umeyye b. Ebi'l^f s idi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) müslümanlara kurbanlarını kesip ihramdan çıkmalarını emretti. Onlar Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı gazaplandıracak şekilde bir süre duraksadıktan sonra verilen emri yerine getirdiler. Bu sırada Ummu Seleme kendisine şöyle demişti: Sen kurbanını kesersen onlar da keseceklerdir. Bunun ürerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kurbanlıklarını kesti, onlar da onun kesmesi üzerine kurbanlarını kestiler, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) saçlarını traş etti ve saçlarını traş edenlere üç defa, kısaltanlara da bir defa dua etti Bu dua kaynakların belirttiğine göre, Veda Haccında olmuştur. Bk, Müslim, II, 946; Müsned, VI, 403; Beyhaki, es-Sünenu'l-Kübra. V, 103 vs...
Ka'b b. Ucre'nin başından yüzü üzerine bitlerin düştüğünü görünce: "Şu haşerelerin seni rahatsız ediyor mu?" diye sorunca o: Evet demişti. Bunun üzerine Hudeybiye'de iken ona başını traş etmesini emretti. Bunu Buhârî ve Darakutnî rivâyet etmiş olup Buhârî, li, Mi, 645, IV, 1527, V, 2157, VI, 2467; Darakutni, II, 29ü; ayrıca: Müslim, II, 860, 861; Tirmizi, 117, ZHH; Muvatta’, I, 417; Müsned, IV. 242, 243. daha önce el-Bakara Sûresinde (2/196. âyet, "Artık içinizde her kim hasta olur..." bölümü, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
3- Kurbanların Yerlerine Varmasının Alıkonulması:
“Kurbanlarınızı" âyeti iki ayrı söyleyiş halinde ile şekillerinde kullanılır. Yine: " Kurban yerine varıncaya kadar" (el-Bakara, 2/196) âyetinde hem şeddeli, hem şeddesiz okunmuştur, tekili )'dır. Yine buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (âyetin belirtilen bölümünün tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet:
"Sizleri... alıkoyanlardır" âyetindeki ("sizleri" anlamını veren): "Kef" ve "mim" harflerine atfedilmiştir.
"Bekletilen" anlamındaki âyet haldir.
"Yerlerine varmaktan" âyetindeki: ise
"sizi...alıkoyanlar" âyetine hamledilerek nasb konumundadır, Onlar hem sizleri, hem de bekletilen kurbanları yerine varmaktan alıkoyanlardır, demektir. Mef'ûlün leh olması da mümkündür. Şöyle buyurmuş gibi olur: Onlar kurbanlıkların yerine ulaşmasını istemedikleri için alıkoyanlardır.
Ebû Ali dedi ki: Bu harfin: "Alıkoymak" üzerine hamledilmesi doğru olamaz. Çünkü biz: "Bekledi" fiilinin müteaddi (geçişli) geldiğini bilmiyoruz. Ayet-i kerimede "bekletilen" anlamındaki âyetin manaya hamledilerek gelmesi de mümkündür. Sanki bu âyet "alıkoymak" anlamında olduğundan ötürü anlamı da buna göre yorumlanmış olmaktadır. Tıpkı "refes" lâfzının
"ilişki kurmak" anlamına gelerek ile teaddi ettirilmesine benzer. (Bk. el-Bakara, 2/187. âyetin başı)
Eğer buna göre açıklanacak olursa, Sîbeveyh'in görüşüne kıyasla nasb konumunda olur. el-Halil'in görüşüne kıyasla da cer konumunda olur yahutta mef'ûlün leh olur. Şöyle buyurulmuş gibidir: Yerine ulaşması istenmediğinden alıkonulan, bekletilen...
Diğer taraftan daha önceden geçtiği için (........)'in cer konumunda olması da mümkündür. Şöyle buyurulmuş gibidir: Onlar sizi Mescid-i Haram'dan alıkoydukları gibi, kurbanlıkları da yerlerine ulaşmaktan alıkoymuşlardır. Sibeveyfrin, Yûnus'tan naklettiği şu kullanım da buna benzemektedir: "Ben ya Zeyd, ya da Amr olan bir adama uğradım" derken, daha önce zikredildiği için (be) harf-i cenini takdir ederek okumuştur.
"Eğer bilmediğiniz mü’min erkeklerle mü’min kadınlar olmayaydı ve siz onları bilmeyip, çiğnemeyecek, size onlardan dolayı da bir vebal isabet etmeyecek olsa idi (onlardan ellerini çekmezdi)" bölümüne dair açıklamalarımızı da üç başlık halinde sunacağız. Bu ve bundan sonraki bölümleraynı ayetin devamı olduğundan ötürü müellif başlıklara yeniden bir ve iki diye rakam vermiş ise de biz üçten itibaren sırayı devam ettirmeyi uygun bulduk.
4- Varlıkları Bilinmeyen Mü’min Erkekler ve Kadınlar;
"Eğer bilmediğiniz mü’min erkeklerle, mü’min kadınlar olmayaydı..."
âyeti ile Mekke'de kâfirler arasında bulunan Seleme b. Hişarn, Ayyaş b. Ebi Rebia, Ebû Cendel b. Süheyl ve benzeri mustazaf mü’minleri kastetmektedir.
"Bilmediğiniz" tanımadığınız bir açıklamaya göre de, mü’min olduklarını bilmediğiniz demektir.
"Ve siz onları bilmeyip" öldürmek ve onlara zarar vermek suretiyle
"çiğnemeyecek..."
Nitekim -aynı kökten olmak üzere-: "O topluluğu çiğnedim" denilir, onlara zarar verdim demektir.
Âyetteki “...me"nin "erkekler ve kadınlardan bedel, merfu olması mümkündür. Eğer sizin mü’min erkeklerle, mü’min kadınları bilmeden çiğnemeniz sözkonusu olmayacak olsaydı, diye buyurmuş gibidir. Bunun: " (kendilerini) bil(me)diğiniz" lâfzındaki "mim" ile "he" zamirinden bedel olarak nasb olması da mümkündür. O vakit ifade; Onların çiğnenmesîni (çiğnendiğini) bilmediğiniz... takdirinde olur. Her iki şekilde de âyet bedeli istimaldir. "Bilmediğiniz" âyeti ise "erkekler" ile "kadınlar"ın sıfatıdır.
" Olsa idi" âyetinin cevabı hazfedilmiştir ki, ifadenin takdiri şöyledir: Eğer,bilmediğiniz mü’min erkek ve mü’min kadınları çiğnemeniz sözkonusu olsaydı, yüce Allah size Mekke'ye girmeye izin verir, sizi onlara musallat ederdi. Fakat Biz orada bulunup imanını gizleyen kimseleri koruduk,
ed-Dahhak: Şayet kâfirlerin sulblerinde ve kadınların rahimlerinde mü’min erkeklerle, mü’min kadınlar bulunmamış ve siz de onların babalarını bilmeden çiğneyip böylelikle çocuklun helâk olmayacak olsaydı... diye açıklamıştır.
5- Bilmeden ve İstemeyerek Yapılan Kötülüklerin Verdiği Sıkıntı:
"Size onlardan dolayı da bir vebal isabet etmeyecek olsa idi" âyetindeki: "(mealde:) Vebal" ayıp ve kusur demektir. Bu da uyuz anlamı bu ve bundan sonraki bölümler aynı âyetin devamı olduğundun ötürü -müelliF başlıklara yeniden bir ve iki diye rakam vermiş ise de- biz tiçlen itibaren sırayı devam ettirmeyi uygun bulduk na gelen: "mefale" vezninde bir kelimedir. Yani eğer müşrikler: Bunlar kendi dindaşlarını öldürdüler, demeyecek olsaydı,..
Şöyle de açıklanmıştır: Yani onları öldürdüğünüz için hataen öldürme keffareti ödemek yükümlülüğü ile karşı karşıya kalmayacak olsaydınız... Çünkü yüce Allah dar-ı harpte bulunup oradan hicret etmemiş ve mü’min olduğu da bilinmeyerek öldürülen mü’minin katilinin diyet ödemeyip, kefarette bulunacağını şu âyeti ile farz kılmıştır:
"Şayet mü’min olmakla beraber size düşman olan bir kavimden ise o zaman (katilin) mü’min bir köle azad etmesi gerekir" (en-Nisa, 4/92) Bu açıklamayı el-Kelbî, Mukâtil ve başkaları yapmıştır. Buna dair açıklamalar daha önce en-Nisa Sûresi'nde (4/92. âyet, 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
İbn Zeyd; " Vebal, günah" demektir, demiştir. el-Cevherî ve İbn İshak da: Diyet borcu diye açıklamışlardır. Kutrub, zorluk ve sıkıntı diye açıklamıştır. Bunun gam ve keder anlamında olduğu da söylenmiştir.
6- Ashab Kasten Bir Günah İşlemekten ve Başkasına Haksızlık Etmekten Uzaktı:
"Bilmeyip" âyeti ashab-ı kiramın faziletini onaya koymakta, onların günah işlemek ve başkasına haksızlıkta bulunmaktan yana uzak kalmak gibi güzel bir niteliklerinin bulunduğunu haber vermektedir. Öyle ki, onlar bu kabilden herhangi birisine bir zarar verecek olurlarsa, bu ancak kasıt dışı olabilirdi. Bu da karıncanın Süleyman (aleyhisselâm)'ın askerlerini nitelendirirken söylediği:
"Süleyman ve askerleri farketmeyip sizi çiğnemesin." (en-Neml, 27/18) sözlerinde dile getirdiği durumu andırmaktadır.
Âyetin:
"Tâ ki Allah dilediği kimseyi rahmetine soksun. Eğer onlar ayrılmış olsalardı..." bölümüne dair açıklamalarımızı da dört başlık halinde sunacağız:
7- Allah Dilediğini Rahmetine Alır:
"Tâ ki Allah dilediği kimseyi rahmetine soksun..." âyetindeki:
"Tâ ki... soksun" lâfzındaki "lam" hazfedilmiş bir lâfza taalluk etmektedir. Yani eğer siz onları öldürmüş olsaydınızı, elbette Allah da onları rahmetine sokardı.
Bunun "imarı" lâfzına taalluk etmesi de mümkündür. Ancak mü’min kadınlar dışarda bırakılarak mü’min erkekler hakkında, mü’min erkekler dışarda bırakılarak mü’min kadınlar hakkında kabul edilemez. Çünkü hepsi de rahmetin kapsamına girerler.
Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Yüce Allah'ın sizlere müşriklerle savaşma iznini vermeyiş sebebi, barıştan sonra Mekke ahalisinden kurtulacağını hükme bağladığı kimselerin kurtulması içindir. Nitekim böyle olmuştu. Onlardan birçok kimse İslâm'a girmiş, İslâm'a güzel şekilde bağlanmış ve böylelikle Allah'ın rahmetine yani cennetine girmiş oldular.
8- Mü’minlerin Kâfirler Arasında Bulunması...:
"Eğer onlar ayrılmış olsalardı" yani kâfirlerden ayırdedilecek bir şekilde bir tarafa ayrılmış olsalardı demektir.
Bu açıklamayı el-Kulebi yapmıştır. el-Kelbî de onlardan ayrı bir fırka olarak bir kenara çekilmiş olsalardı, diye açıklamıştır. Bir başka açıklama da şöyledir: Eğer mü’minler kâfirler arasından çıkacak olursa, yüce Allah kılıçla kâfirleri elbette azaplandırır. Bu açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır. Fakat Allah mü’minler sayesinde kâfirlere gelecek zararı önler.
Ali (radıyallahü anh) dedi ki: Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şu:
"Eğer onlar ayrılmış olsalardı, ötekilerden kâfir olanları elbette acıklı bir azâb ile azaplandirmiş olacaktı" âyeti hakkında sordum da şöyle buyurdu: "Bunlar Allah'ın peygamberinin atalarından olan müşrikler ile onlardan sonra ve onların döneminde bulunan müşrikler olup, sulblerinde mü’minlerin bulunduğu kimselerdir. Eğer mü’minler kâfirlerin sulblerinden ayrılsalardı, yüce Allah kâfirleri can yakıcı bir azâb ile azaplandırırdı."
9- Kâfirler Arasında Mü’minler Bulunursa ve Kâfirler Mü’minlerle Kendilerini Koruyacak Olursa Hüküm Nedir?
Bu âyet-i kerîme mü’minin İhlal edilmesi yasak olan hakları dolayısıyla eğer kâfire ancak mü’mine bir eziyet vermekle eziyet vermek imkanı varsa-kâfire zarar verilemeyeceğine delildir.
Ebû Zeyd dedi ki: İbnu'l-Kasım'a sordum: Müşriklerden bir topluluk eğer kendilerine ait bir kalede bulunuyorlarsa, müslümanlar da onları kuşatma altına almış olup, aralarında ellerinde müslüman esirler de bulunuyor ise acaba o kale ateşe verilebilir mi, verilemez mi? Görüşün nedir?
İbnu'l-Kasım dedi ki: Ben Malik'e gemilerinde bulunan müşrik bir topluluk hakkında şöyle bir soru sorulurken dinledim: Gemilerinde beraberlerindeki esirler varken, onların gemilerini ateşe verebilir miyiz? Malik bunun uygun olacağı görüşünde değilim dedi. Çünkü yüce Allah Mekkeliler hakkında:
"Eğer onlar ayrılmış olsalardı, ötekilerden kâfir olanları elbette acıklı bir azâb ile azaplandırmış olacaktık" diye buyurmaktadır.
Bir kâfir, bir müslümanı önüne kalkan gibi koyacak olursa, yine ona ok atmak câiz olmaz. Şayet birisi böyle bir iş yapacak tılup da müslümanlardan birisinin telef olmasına sebeb teşkil ederse, hem diyet ödemesi hem de keffarette bulunması gerekir. Eğer durumu bilmiyor iseler diyet de gerekmez, keffaret de gerekmez. Çünkü müslümanlar böyle bir durumu bildikleri takdirde ateş etmek hakkına sahib değildirler, Şayet böyle bir şey yapacak olurlarsa, bu sefer hata yoluyla katil olurlar. Akilelerinin de diyet ödemeleri gerekir. Eğer bu durumu bilmiyor iseler, o zaman ateş edebilirler. Şayet bu işi yapmaları kendilerine mubah kılınacak olursa, bundan dolayı haklarında herhangi bir sorumluluğun kalması da câiz olmaz.
İbnu’l-Arabî dedi ki: Bir kesim âyetin: Eğer mü’minler annelerin karnından ve erkeklerin sulbünden bir kenara ayrılmış olsalardı... diye açıklamışlardır ki; bu zayıf bir açıklamadır. Çünkü sulbte veya annesinin karnında bulunan bir kimsenin çiğnenmesi de sözkonusu değildir, ondan dolayı bir keder ve günah da isabet etmez. Halbuki yüce Allah açık bir ifade kullanarak: "Eğer bilmediğiniz mü’min erkeklerle, mü’min kadınlar olmayaydı ve siz onları bilmeyip çiğnemeyecek... olsaydınız" diye buyurmaktadır. Böyle bir ifade ise kadının karnında ve erkeklerin sulbünde bulunan kimseler hakkında kullanılamaz. Bu ancak el-Velid b. el-Velid, Seleme b. Hişam, Ayyaş b. Ebi Rebia, Ebû Cendel b. Süheyl gibileri hakkında kullanılır. Malik de böyle demiştir: Biz Bizanslılara ait bir şehri kuşattık. Onlara giden su kesildi. Bunun için esirleri kendilerine su getirmek üzere indiriyorlardı. Hiç kimse onlara ok atamıyordu. Böylelikle biz istemediğimiz halde onlar su alabiliyorlardı.
Ebû Hanife mezhebine mensub arkadaşları ve es-Sevrî ise aralarında müslüman esirler ve onların çocukları bulunsa dahi müşriklerin kalelerine ok atılmasını câiz kabul etmişlerdir. Şayet kâfir müslüman bir çocuğu kendisine kalkan yapacak olursa, müşrik olan kimseye atılır. Eğer müslümanlardan birisine isabet ederse, bundan dolayı ne diyet vardır ne de keffaret.
es-Sevrî ise böyle bir durumda diyet yoktur ama kefaret vardır, demiştir. Şâfiî de bizim (Mâlikîlerin dediği) gibi demiştir. Bu zaten açıkça anlaşılan bir husustur, çünkü haram olan bir yolla mubah olan bir işe ulaşmaya kalkışmak câiz değildir. Özellikle bu hususla müslümanın canı sözkonusu ise. O halde kabul edilecek tek görüş Malik'in -Allah ondan razı olsun- görüşüdür, Doğrusunu en ivi bilen Allah'tır.
Derim ki: Kimi hallerde kalkan edinilenin öldürülmesi câiz olabilir ve yüce Allah'ın izniyle bunda görüş ayrılığı dahi olmaz. Bu ise maslahatın zaruri, külli ve katı olması halindedir. Maslahatın zaruri olmasının anlamı: Kâfirlere kalkan edinilenler öldürülmedikçe, kâfire erişmek imkanı bulunmaması halidir. Külli olmasının anlamı; Bu maslahatın bütün ümmeli katı olarak ilgilendirmesidir, Öyle ki o kalkan edinilenin öldürülmesi bütün müslümanların maslahatına olacak. Çünkü böyle yapılmayacak olursa, kâfirler kalkan edindiklerini öldürür ve bütün ümmeti ele geçirirler. Maslahatın katı oluşuna gelince, bu maslahat katî olarak ve ancak kalkan halinde edinilenin öldürülmesi halinde gerçekleşilebilir olacak.
İlim adamlarımız derler ki: Bu kayıtlarıyla birlikte böyle bir maslahatın muteber olacağında görüş ayrılığının olmaması gerekir. Çünkü bu varsayımda kalkan edinilen kişi kesinlikle öldürülmüş olacaktır. Ya düşman eliyle öldürülecek, bu takdirde düşmanın bütün müslümanları istila etmesi şeklindeki o pek büyük kötülük ortaya çıkacaktır yahutta müslümanlar tarafından öldürülecek ve düşman perişan edilirken, bütün müslümanlar kurtulmuş olacaktır. Aklı başında bir kimsenin kalkıp: Bu durumda hiçbir şekilde kalkan edinilen öldürülemez, demesi düşünülemez. Çünkü böyle bir kanaat buna bağlı olarak hem kalkanın, hem İslâmın, hem de müslümanların yok olmalarını gerektirir. Fakat böyle bir maslahat tamamıyla mefsedetten (kötülükten) uzak olamadığından ötürü, meseleyi iyice tetkik edemeyen kimseler böyle bir şeyi kabullenemezler. Ancak böyle bir mefsedet bundan sağlanacak sonuçlara nisbetle yoktur ya da yok hükmündedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
10- Kıraate ve Nahve Dair Bazı Açıklamalar:
"Eğer onlar ayrılmış olsalardı" anlamındaki âyet genel olarak: diye okunmuştur. Ancak Ebû Hayve bu lâfzı: diye okumuştur. Anlam itibariyle diğer okuyuşla aynıdır.
"Ayrılmak" demektir. "Ayrıldılar" lâfzı; vezninde olup, " Ayrıldım" fiilinden gelmektedir. Bunun vezninin: olduğu da söylenmiştir.
(“Kâfir olanları elbette... azablandırmış olacaktır" âyetinin başındaki "lam" harfinin iki ifadenin cevabı olduğu söylenmiştir. Birisi: "Erkeklerle... olmayaydı" ifadesinin, diğeri ise: "Eğer ayrılmış olsalardı" ifadesinin cevabıdır. ): Eğer...meyecek olsa idi" lâfzının cevabının hazfedildiği de söylenmiştir ki; daha önce geçmişti. Buna karşılık; "Eğer onlar ayrılmış olsalardı" yeni bir cümle olmaktadır.
26
Hani kâfirler kalplerinde o taassub ve klbiri, yani cahiliye taassub ve kibirini koymuşlardı da Allah da hemen huzur ve sükununu Rasûlünün ve mü’minlerin üzerine indirmişti. Onlara takva sözü üzerinde sebat vermişti. Onlar zaten buna daha layık ve buna ehil idiler. Allah herşeyi çok İyi bilendir.
Âyetin başındaki:
"Hani" lâfzındaki amil yüce Allah'ın:
"Elbette... azaplandırmış olacaktık" anlamındaki âyettir. Yani onlar bunu yaptıklarında Biz de elbette onları azaplandıracaktık. Yahut amil, "Hatırlayın ki"
anlamındaki mukadder bir fiildir.
"Hamiyet: Taassub ve kibir" âyeti "failet" vezninde olup kibirlilik demektir. Bir işten utandığını bundan sıkılıp öyle bir işi yapmayı kendisine yedirmediğini anlatmak isteyen bir kimse: "Ben bu işi kendime yediremiyorum, kendine yedirememek" denilir. el-Mütelemmis'in şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:
"Şunu bil ki, şüphesiz ki ben onlardanım, benim namus ve şerefim
onların namus ve şerefidir, Burnunu kökten koparılmaya karşı himaye eden bir kimse gibiyim."
ez-Zührî dedi ki: Onların hamiyeti Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın risaletini ikrar etmeyi ve "rahman ve rahim Allah'ın ismi ile" diye başlamayı kabullenmeyişleri ile müslümanları Mekke'ye girmekten engellemiş olmalarıdır. "Rahmân ve rahim Allah'ın ismi ile': ve "Muhammed Allah'ın Rasûlüdür" ibarelerinin yazılmasını kabul etmeyen kişi önceden de geçtiği üzere Süheyl b. Amr idi.
İbn Bahr dedi ki: Onların hamiyetleri yüce Allah'ı bırakarak tapındıkları ilahlarına taassubla bağlılıkları ve o ilahlarından başkalarına ibadet etmeyi kabul etmeyişleri, yüz çevirişleridir.
"Cahiliye taassub ve kibiri"nin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Onlar bizim oğullarımızı, kardeşlerimizi öldürdüler şimdi de biz evlerimizde kalacağız ve onlar bizim bulunduğumuz yere girecekler (öyle mi?) Lat ve Uzza'ya yemin olsun ki o (Muhammed) buraya ebediyyen giremeyecektir, dediler.
"Allah da hemen huzur ve sükununu" yani rahatlığını ve ağırbaşlılığını
"Rasûlünün ve mü’minlerin üzerine indirmişti." Denildiğine göre yüce Allah razı oluş ve teslimiyet ile onlara sebat verdi, o kâfirlerin kalplerine soktuğu taassubun bir benzerini mü’minlerin kalplerine sokmadı.
"Onlara takva sözü üzerinde sebat vermişti." Takva sözünün "la ilahe ilallah" olduğu söylenmiştir. Bu, Ubeyy b. Ka'b'dan, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan diye merfu bir hadis olarak da rivâyet edilmiştir. Tirmizi, V, 386; Müsned, V, 138
Ali, İbn Ömer, İbn Abbâs, Amr b. Meymun, Mücahid, Katade, İkrime, ed-Dahhak, Sekme b. Kuheyl, Ubeyy b. Umeyr, Talha b. Mûsarrif, er-Rabî, es-Süddî ve İbn Zeyd'in de görüşü budur. Atâ el-Horasanî de böyle demiş, o ayrıca "Muhammedu'r-Rasûlullah'ı da ilave etmiştir.
Yine Ali ve İbn Ömer'den gelen rivâyete göre bu "la ilahe illallah vallahuekber" sözüdür. Atâ b. Ebi Rebah ile yine Mücahid: O "la ilahe illallah vahdehu la şerike leh, lehu'l-mülkü ve lehu'l-hamdu ve huve ala külli şeyin kadir: Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur. Mülk yalnız O'nundur. hamd yalnız O'nadır, O herşeye gücü yetendir" sözüdür.
ez-Zührî "Bismillahirrahmanirrahîm"dir demiştir. Yani müşrikler bu sözü söylemediler. O bakımdan yüce Allah bu sözü mü’minlere ait bir özellik kıldı.
"Takva sözü" kendisi ile şirkten sakınılan söz demektir. Yine Mücahid'den nakledildiğine göre
"takva sözü" ihlastır.
"Onlar zaten buna daha layık ve daha ehil idiler." Mekke kâfirlerinden buna daha çok hak sahibi idiler.
Çünkü yüce Allah onları dini ve peygamberine arkadaşlık yapmak için seçmiştir.
"Allah herşeyi çok iyi bilendir."
27
Yemin olsun Allah, Rasûlüne gösterdiği rüyayı hak ile tasdik etmiştir. Elbette -ve Allah'ın izni ile- Mescid-i Haram'a korkusuzca, emniyetle, başlarınızı traş ettirmişler ve kısaltmışlar olarak gireceksinizdir. Sizin bilmediğinizi bilip ondan önce yakın bir fetih nasib etmiştir.
Katade dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında bu şekilde Mekke'ye gireceğini görmüştü. Hudeybiye'de Kureyşlilerle barış yapınca münafıklar şüpheye düştüler. Nihayet Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'ye gireceğini söyledi. Yüce Allah da:
"Yemin olsun Allah Rasûlüne gösterdiği rüyayı hak ile tasdik etmiştir"
âyetini indirerek onlara bir başka senede Mekke'ye gireceklerini ve Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın rüyasının gerçek olduğunu bildirdi.
Denildiğine göre; "rüya belli bir vakit ile sınırlı değildir. O girecektir" diyen kişi Ebû Bekir'dir. Yine rivâyet edildiğine göre bu rüya Hudeybiye'de görülmüştü. Peygamberlerin rüyası da bir haktır. Rüya peygamberlere vahiy şekillerinden birisidir.
"Elbette -ve Allah'ın izni ile- Mescidi Haram'a... gireceksinizdir." Bu gelecek yıl gireceksiniz, demektir.
İbn Keysan dedi ki: Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a rüyasında söylenmiş sözlerin ifadesidir. Rüyasında ona adeten görülen şekliyle hitab edildi. Yüce Allah Rasûlü hakkında bu sözleri böylece söylediğini haber verdi. İşte bundan dolayı istisnada bulundu. (İnşaallah, Allah'ın izni ile, dedi.) Yüce Allah'ın emrettiği şekilde edebe uygun bir ifade kullandı. Çünkü yüce Allah:
"Sakın hiçbir şey hakkında: Ben bunu mutlaka yarın yapacağım, deme! Meğer ki Allah dilemiş ola (inşaallah yapacağım de)." (el-Kehf, 18/23)
Burada bildiği bir hususta istisna yapması, insanlar bilmedikleri hususlarda istisna yapmaları içindir diye açıklanmıştır ki, bu açıklama Sa'leb'e aittir.
Bir başka açıklamaya göre yüce Allah Hudeybiye'de kendisi ile birlikte bulunan kimselerden bir kısmının canını alacağım biliyordu. İşte bu husus dolayısıyla istisna yapılmıştır. Bu açıklamayı el-Hüseyn b. el-Fadl yapmıştır.
Bir başka açıklamaya göre buradaki istisna yüce Allah'ın:
"Emniyetle" âyetindendır ve bu kullara adet üzere yapılan hitab ile ilgilidir.
"Allah'ın izni ile (inşaallah)" âyetinin, Allah size oraya girmeyi emredecek olursa... anlamında olduğu da söylenmiştir. Allah size bu işi kolaylaştırırsa anlamındadır diye de açıklanmıştır. Bir açıklamaya göre
"İnşaallah: Allah'ın izni ile" Allah'ın dilediği şekilde anlamındadır.
Ebû Ubeyde dedi ki: Buradaki: "Zaman" anlamındadır. Allah'ın dilediği zaman demek olur. Bu da yüce Allah'ın
"Allah'tan korkun, faizden arta kalanı da bırakın. Eğer mü’minler iseniz" (el-Bakara, 2/278) âyetine benzemektedir. Buradaki:
"Eğer... iseniz" âyeti: " Madem...siniz" demektir.
Ancak bunun böyle olması uzak bir ihtimaldir. Zira ; mazi fiilde kullanılır, ise muzari fiil ile kullanılır. Burada sözü edilen giriş, gelecekte olacaktır. Onlara Mescid-i Haram'a gireceklerini vaadetmiş ve bunu kendisinin dilemesi şartına bağlamıştır. Bu ise Hudeybiye yılında olmuştu. Peygamber de bunu ashabına haber vermiş, onlar da bu işe sevinmişlerdi. Daha sonra onların ümit ettikleri yılda bu iş olmayıp, sonraya kalınca bundan rahatsız oldular, bu iş onlara ağır geldi. Peygamber de müşriklerle barış yapıp geri döndü, Ertesi sene yüce Allah Mekke'ye girmelerine izin verdi ve:
"Yemin olsun Allah Rasûlüne gösterdiği rüyayı bak ile tasdik etmiştir" diye buyurdu. Rüyada kendisine:
"Elbette -ve Allah'ın izni ile- Mescid-i Haram'a... gireceksinizdîr" denilmiş yüce Allah da kitab-ı keriminde rüyada peygamber efendimize söylenenleri bize nakletmiş bulunmaktadır. O halde bazılarının ileri sürdükleri gibi; istisna şüpheye delalet ettiğinden dolayı burada da şüphenin varlığı sözkonusu olmaz. Çünkü yüce Allah şüphe etmez. Esasen: "Elbette... gireceksinizdir" tahkik ifade eder, şüphe nasıl olabilir ki? O halde buradaki: "...se (ki mealde... ile diye karşılanmıştır)"; "Zaman (dilediği zaman)" anlamındadır.
Düşmanlardan yana
"Emniyetle başlarınızı traş ettirmişler ve kısaltmışlar olarak gireceksinizdir." Hem başları traş etmek, hem kısaltmak erkekler için sözkonusudur. İşte bundan dolayı âyette müzekker kip, müennes kip yerine (tağlib yoluyla) kullanılmıştır. Traş olmak daha efdaldir. Kadınlar hakkında ise sadece saçların kısaltılması sözkonusudur. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/196. âyet; "Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin” bölümü ile ilgili 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Sahih'te yer alan rivâyette: Muaviye, Merve tepesi üzerinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in saçlarını bir makas ile kısaltmıştır Buhârî, II, 617; Müslim, II, 913; Ebû Davud, II, 159, 1Ö0; Nemi, V, 244, 245; Müsned, IV, 95, 96, 97, 98, 102. denilmektedir. Ancak bu hacda değil, umrede olmuştur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yaptığı haccında saçlarını traş ettirmişti.
"Korkusuzca" âyeti
"traş ettirmişler ve kısaltmışlar olarak" anlamındaki lâfızlardan haldir. Korkmayanlar olarak, takdirindedir.
"Sizin bilmediğinizi bilip..." Yani yüce Allah Mekke'ye girişi erteletmekteki hayır ve faydaları sizin bilmediğiniz şekilde bilmiştir. Şöyle ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hudeybiye'den geri döndüğünde oradan Hayber'e gitti ve Hayber'i fethetti. Hayber'deki malları alıp döndü. O yılda bulunandan kat kat fazlası güç, silah, araç ve gereci elde etti. Böylece Mekke'ye o yılda sahib olunan güç ve gerecin kat kat fazlası hazırlanmış olarak Mekke'ye yürüdü.
el-Kelbî dedi ki: Yani O, Mekke'ye bir sene sonra gireceğinizi biliyordu, siz ise bilmiyordunuz.
Bir başka açıklamaya göre O, Mekke'de sizin varlıklarını bilmediğiniz mü’min erkeklerle, mü’min kadınların var olduğunu biliyordu,
"...Ondan önce yakın bir fetih nasib etmiştir." Yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın rüyasında gördüğünden Önce Hayber'in fethini nasib etmiştir, Bu açıklamayı İbn Zeyd ve ed-Dahhak yapmıştır. Bunun Mekke fethi olduğu da söylenmiştir. Mücahid dedi ki: Bundan kasıt Hudeybiye barışıdır. Müfessirlerin çoğu da böyle demiştir.
ez-Zührî dedi ki: Yüce Allah, İslâm'da Hudeybiye barışından daha büyük hiçbir fetih gerçekleştirmiş değildir. Çünkü (o zamana kadar) insanlar karşı karşıya geldiler mi savaş oluyordu. Barış gerçekleşince savaş ağırlıklarını bıraktı, insanlar birbirlerine karşı güven duymaya başladılar. Bir araya geldiler, karşılıklı konuştular ve tartıştılar. Aklı bir şeylere eren kiminle İslâm konuşuldu ise, mutlaka İslâm'a girdi. O iki yıl arasında İslama bundan önce İslâm'a girmiş olanlar kadar hatta daha fazlası girdi. Bu hususun doğruluğunu şu göstermektedir: Hudeybiye gününde hicretin altıncı yılında 1400 kişi idiler, Hudeybiye'den sonra ise sekizinci yılda onbin kişi idiler,
28
O Rasûlünü hidayet ile ve hak din ile -onu bütün dinlere üstün kılmak İçin- gönderendir. Şahid olarak Allah yeter.
"O Rasûlünü" yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı
"hidayet ile ve hak din ile -onu bütün dinlere üstün kılmak için- gönderendir." Bütün dinlerin üstüne çıkarmak için gönderendir.
"Din" mastar anlamında bir isimdir. Tekili ve çoğulu aynı' şekildedir.
"Rasûlünü diğer bütün dinlere üstün kılsın diye" önce delil ile sonra el ve kılıç ile kendisinin teşrî buyurmuş olduğu din ile, diğer bütün dinleri neshet mek suretiyle üstün gelmesi, diye de açıklanmıştır.
"Şahid olarak Allah yeter" âyetindeki:
"Şahid olarak" âyeti tefsir (temyiz) olarak nasbedilmiştir. (Allah lâfzının başındaki) "be" ise zaiddir. Yani Allah şahid olarak peygamberine yeter. O'nun peygamberi lehine yaptığı şahidlik mucizelerle gerçekleşmiş olup, peygamberliğinin doğruluğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Şöyle de açıklanmıştır: Onunla gönderilene;
"şahid olarak Allah yeter." Çünkü kâfirler "bu Allah'ın Rasûlü Muhammed'in anlaştığı barış şartlandır" diye yazmasını kabul etmemişlerdi.
29
Muhammed Allah'ın Rasûlüdür. Onunla birlikte olanlar kâfirlere karşı sert ve katı, kendi aralarında merhametlidirler. Sen onları rükû' ediciler ve secde ediciler, Allah'tan bir lütuf ve bir rıza isteyenler olarak görürsün. Secde izinden nişanları yüzlerindedir. Onların Tevrat'taki vasıfları budur. İncil'deki vasıflarına gelince, o önce filizini yarıp çıkarmış, sonra onu gittikçe kuvvetlendirmiş, sonra kalınlaşıp gövdesi üzerine doğrulmuş, ekincilerin hoşuna giden bir ekin gibidir. Bununla kâfirleri öfkelendirmek için (bu örneği verdi). Allah îman edip salih amel işleyenlere bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vaadetmiştir.
Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
1- Allah'ın Rasûlü Muhammed ve Beraberindekiler:
"Muhammed Allah'ın Rasulüdür." âyetinde
"Muhammed" mübteda,
"Rasûlüdür" âyeti onun haberidir.
"Muhammed" mübteda,
"Allah'ın Rasûlü" âyeti onun sıfatı,
"onunla birlikte olanlar" mübtedaya atıf, ondan sonraki âyetlerin haber olduğu da söylenmiştir Buna göre anlam şöyle olur: Allah'ın Rasulü Muhammed ile onunla birlikte olanlar kâfirlere karşı sert ve katı, kendi aralarında merhametlidirler.
Bu takdire göre
"Allah'ın Rasûlü" anlamındaki âyet üzere vakıf yapılmaz. Ancak birinci takdire göre
"Allah'ın Rasûlüdür" anlamındaki âyet üzerinde vakıf yapılır. Çünkü o yüce peygamberin nitelikleri, ashabının belirtilen niteliklerinden fazladır. Buna göre
"Muhammed" mübteda,
"Allah'ın Rasûlüdür" haber olur.
"Onunla birlikte olanlar" da ikinci bir mübteda olur.
"Sert ve katı(dırlar)" ikinci mübtedanın haberi,
"merhametlidirler" lâfzı da ikinci haber olur.
Bu sıfatların Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabının genelinin nitelikleri olması en uygun görülendir- İbn Abbâs dedi ki: Hudeybiye'ye katılanlar kâfirlere karşı sert ve katıdırlar. Yani bir arslanın avına karşı olduğu şekilde serttirler.
"Onunla birlikte olanlar" ile bütün mü’minlerin kastedildiği de söylenmiştir.
"Kendi aralarında merhametlidirler." Biri diğerine merhamet eder. Birbirlerine şefkat gösterir ve birbirlerini severler, diye açıklamıştır.
el-Hasen: "Kâfirlere karşı sert olarak, kendi aralarında merhametli olarak davranırlar" şeklinde hal olarak nasb ile okumuştur, Şöyle demiş gibidir: Onunla birlikte bulunanlar ise, kâfirlere karşı sert ve kendi aralarında merhametli oldukları hallerinde
"sen onları rüku ediciler... görürsün" denilmiş gibidir.
"Sen onları rüku ediciler görürsün" âyeti ile onların çokça namaz kıldıkları haber verilmektedir..
"Allah'tan bir lütuf ve rıza" cenneti ve yüce Allah'ın rızasını
"isteyenler olarak görürsün”
2- Mü’min İçin Namazın ve Özellikle Secdenin Önemi:
"Secde izinden nişanları yüzlerindedir." âyetindeki
"sima: Nişan" alamet demektir. Bu biri med ile, biri kasr ile olmak üzere iki türlü söylenir. Yani geceleyin teheccüdün alametleri ve uykusuzluğun emareleri onlarda görülür.
İbn Mace, Sünen'inde dedi ki: Bize İsmail b. Muhammed et-Talhî anlattı, dedi ki: Bize Sabit b. Mûsa Ebû Zeyd anlattı. O Serik'ten, o el Ameş'ten, o Ebû Süfyan'dan, o Cabir'den (naklen) dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Geceleyin çok namaz kılanın yüzü gündüzün güzel olur." İbn Mace, I, 422.
İbnü'l-Arabî dedi ki: Bunu birtakım kimseler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yanlış bir surette nisbet etmiştir. Bu hadisin bir harfi dahi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan diye gelmiş değildir.
İbn Vehb, Malik'ten:
"Secde İzinden nişanları yüzlerindedir" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bu secde esnasında yerden alınlarına yapışan şeylerden dolayıdır. Said b. Cübeyr de böyle demiştir: Sahih(-i Buhari) de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyete göre ramazanın yirmibirinci günü sabahı namaz kıldı. O sırada mescîd akmış bulunuyordu. Peygamber namaz kılmak için kendisine yere serilmiş kuru hurma dalları üzerinde idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazını bitirdiğinde alnında ve burnunda suyun ve çamurun etkileri vardı. Buhârî, I, 238, II, 709, 713, 716; Müslim, I, 826, 827; Ebû Davud, II, 52; Muvatta’, I, 319; Müsned, III, 24, 73.
el-Hasen dedi ki: Sima (alamet, nişan) kıyâmet gününde yüzde görülecek beyazlıktır. Said b. Cübeyr de böyle demiştir. el-Avfî de bunu İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. ez-Zührî böyle demektedir.
Sahih'de rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ebû Hüreyre yoluyla gelen hadiste şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Nihayet Allah kullar arasında hüküm vermeyi bitirip, rahmeti ile cehennemde bulunanlardan dilediği kimseleri çıkartmak isteyince, meleklere cehennemde bulunanlar arasından Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamış kimseleri -la ilahe illallah diyenler arasından Allah'ın merhamet etmeyi murad ettiği kimseleri- çıkartmalarını emredecektir.
Onlar bu kimseleri cehennemde secdenin izleri ile tanıyacaklar. Cehennem ateşi Âdemoğlunu yer bitirir. Ancak secde izleri bundan müstesnadır. Yüce Allah cehennem ateşine secde izlerini yemeyi haram kılmıştır." Buhârî, I, 2f>8, VI, 2704; Müslim, I, 165; Müsned, II, 275, 293, 533
Şehr b. Havşeb dedi ki: Yüzlerinde secde yerleri ondördündeki ay gibi olacaktır.
İbn Abbâs ve Mücahid dedi ki: Sima (nişan), dünyada güzel görünüştür. Yine Mücahid'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: O yüce Allah'a karşı alçak gönüllülük ve huşu duymaktır. Mansur dedi ki: Ben Mücahid'e yüce Allah'ın:
"Secde izinden nişanları yüzlerindedir" âyeti hakkında: Acaba o kişinin gözleri arasında ortaya çıkan iz midir? diye sordum. Mücahid: Hayır dedi. Bazan kişinin gözleri arasında keçinin diz kapağı gibi bir iz bulunur. Halbuki o kişi taştan daha katı yüreklidir. Ancak bu huşudan dolayı yüzlerindeki bir nurdur.
İbn Cüreyc: O vakar ve parlaklıktır, demiştir. Şemir b. Atiyye de: O geceleyin narnaz kılmaktan ötürü yüzün sararmış olmasıdır, demiştir. el-Hasen dedi ki: Sen onları gördüğün vakit kendileri hasta olmadıkları halde hasta zannedersin. ed-Dahhak dedi ki: O yüzlerindeki bir yara gibi bir şey değildir, fakat yüzlerinin sarılığıdır. Süfyan es-Sevrî dedi ki: Geceleyin namaz kılarlar, sabahı ettiklerinde bunun etkisi yüzlerinde görülür. Bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisi açıklamaktadır: "Geceleyin çokça namaz kılanın, gündüzün yüzü güzel olur." Bu hadise dair söylenenler az önce geçmiş bulunmaktadır.
Atâ el-Horasanî dedi ki: Beş vakit namazı dikkatle aksatmadan devam eden herkes bu âyet-i kerimenin kapsamına girer.
3- Ashab-ı Kiram’ın Tevrat ve İncil'deki Örnekleri:
"Onların Tevrattaki vasıfları budur. İncil'deki vasıflarına gelince..." âyeti hakkında el-Ferrâ'' dedi ki: Bu iki türlü anlaşılabilir. Arzu edilirse şöyle denilebilir: tşıe Tevm'uıki o örnekleri de, aynı şekilde İncil'deki örnekleri de, Kur'ân-ı Kerîm'deki örnekleri gibidir. Buna göre "İncil" lâfzı üzerinde vakıf yapılır.
Arzu edilirse şöyle de kabul edilebilir: İfade:
" Onların Tevrat'taki vasıfları budur" âyetinde tamam olmaktadır, sonra da yeni bir ifade (cümle) ile:
"İncil'deki vasıflarına gelince..." âyeti ile başlanır.
İbn Abbâs ve başkaları da böyle demişlerdir. Bunlar iki örnektir. Bu örneğin birisi Tevrat'ta, diğeri İncil'dedir. Bu açıklamaya göre ise
"Tevrat" lâfzı üzerinde vakıf yapılır,
Mücahid; Bu bir tek örnektir, demiştir. Yani Tevrat'ta da, İncil'de de onların nitelikleri budur. Buna göre
"Tevrat" lâfzı üzerinde vakıf yapılmaz,
"İncil" âyeti üzerinde vakıf yapılır ve:
"O önce filizini yarıp çıkarmış... bir ekin gibidir" âyeti ile
"Onlar... bir ekin gibidir" anlamı ile okumaya başlanılır.
"(itki): Filizini" tomurcuklarıni, yavrularını... demektir. Bu açıklamayı İbn Zeyd ve başkalan yapmıştır. Mukâtil ise tek bir bitkinin sonrası çıkacak olursa, artık ona: " Filizim çıkardı" denilir.
el-Cevherî dedi ki: " Ekinin ve bitkinin yavruları (filizi)" demektir, çoğulu: (ikil) ...diye gelir. "Ekinin filizleri çıktı" demektir.
el-Ahfeş yüce Allah'ın:
"Filizini yarıp çıkarmış" âyetini ucunu vermiş diye açıklamıştır. es-Sa'lebî bu açıklamayı el-Kisaî'den nakletmiştir, el-Ferrâ'' dedi ki: Bitki çıktı mı: " Ekin çıktı, o çıkıcıdır" denilir. Şair de şöyle demiştir:
"Ekini(ni) yerin üzerine çıkardı,
Ağaçlardan ise meyveli dalları."
ez-Zeccâc dedi ki:
"Filizini yarıp çıkarmış" bitkisini yarıp çıkarmış, demektir. "(-kül ): Başağın kırçılıdır" diye de açıklanmıştır. Araplar aynı şekilde buna ismini da verirler, bu da bir bitkinin dikenidir. Bu açıklamayı da Kutrub yapmıştır. Bunun başak olduğu da söylenmiştir. Çünkü bir taneden on, sekiz, dokuz başak çıkar. Bunu el-Ferrâ'' söylemiş olup, el-Maverdî nakletmiştir.
İbn Kesîr ve İbn Zekvan bu kelimeyi "ti" harfini üstün olarak ) diye; diğerleri ise sakin okumuşlardır. Enes, Nasr b. Âsım ve İbn Vessab ise; (........) diye; el-Cahderî ve İbn Ebi İshak ise hemzesiz olarak; diye okumuşlardır ki bunların hepsi aynı kelimenin değişik söyleyişleridir.
Bu yüce Allah'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabına dair verdiği bir örnektir. Yani onlar önce sayıca azdırlar, sonra artarlar, çoğalırlar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), dinine davet etmeye başladığı sırada zayıftı. Birer ikişer onun çağrısını kabul ettiler. Din güçleninceye kadar bu böyle sürdü. Tıpkı ekin gibi. Tohumdan sonra güçsüz görünür, ondan sonra halden hale geçerek güçlenir. Nihayet bitkisi ve diğer yavruları (tomurcukları) gürleşir. İşte bu, en doğru bir örnek ve en güçlü bir açıklamadır.
Katade dedi ki: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabının İncil'deki örneklen şöylece yazılıdır: Ekinin bitmesi gibi biten bir kavim arasından çıkacaktır. Onlar iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacaklardır.
"Sonra onu gittikçe kuvvetlendirmiş" güçlendirip, onu destekleyip gücünü pekiştirmiştir. Yani bu filiz, ekine güç katmıştır. Aksi de söylenmiştir. Yani ekin filizin gücünü arttırmıştır. Bu lâfız genel olarak med ile diye okunmuştur. İbn Zekvan, Ebû Hayve ve Humeyd b. Kays ise medsiz olarak; diye okumuşlardır. Bilinen şekil med ile okuyuştur. İmruu'l-Kays da şöyle demiştir:
"O vadinin kıvrılan bir yerindedir ki, onun bitkisi sedir ağacını güçlendirmiştir,
Ganimet de almış, hüsrana da uğramış, kalabalık ordular gibi."
"Sonra kalınlaşıp, gövdesi üzerinde doğrulmuş"; üzerinde yükseldiği sapı üzerinde doğrulmuş demektir ki, bu onun için (insana nisbetle) üzerinde doğrulduğu bacağı gibi olur: "Bacak, sak, sap" demek olan çoğuludur.
"Ekincilerin hoşuna giden" yani bu ekin onu ekenlerin hoşuna gider.
Açıkladığımız gibi bu bir misaldir. Ekin Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır, filizi onun ashabıdır, önce azken sonradan çoğaldılar, zayıf iken güçlendiler. Bu açıklamayı ed-Dahhak ve başkalan yapmıştır.
"Bununla kâfirleri öfkelendirmek için" âyetinde yer alan;
"Öfkelendirmek için" lâfzındaki "lam" hazfedilmiş bir lâfza taalluk etmektedir. Yani yüce Allah'ın bunu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ve ashabına bağışlamasının sebebi, onlarla kâfirleri Öfkelendirmek içindir.
4- îman Edenlere Yapılan Vaadler:
"Allah îman edip salih amel işleyenlere" yani Muhammed ile birlikte bulunan ve amelleri salih olan bu mü’minlere
"bir mağfiret ve büyük bir mükâfat" kesintisiz bir mükâfat olan cennet
"vaadetmiştir."
"Onlardan" lâfzındaki: " ...dan" ashab-ı kiramdan bir bolümü, diğer bir bölümden ayırmak için teb'iz maksadıyla kullanılmış değildir. Aksine bu umumi ve cins bildirmek için gelmiştir. Bu yönüyle yüce Allah'ın: " Şu halde pisliğin ta kendisi olan putlardan uzak durun" (el-Hac, 22/30) âyetinde yer alan aynı edata benzemektedir. Bununla teb'iz (kismilik) kastedilmeyip cins anlamı sözkonusudur. Sizler put türünden olan bütün bu pisliklerden uzak durun, demektir. Çünkü "ricz: pislik" çeşitli türlerden meydana gelir. Zina, faiz, içki içmek ve yalan bunlardandır. Buradaki: ile cins ifade edilmektedir. İşte bu âyetteki da bu şekildedir. Yani bu cinsten olan kimselere... Bu da ashabın kendileri demektir. Mesela- "Sen nafakam dirhemlerden harca" denilirken, bu tür senin nafakan olsun, demek istenir. Bununla birlikte Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabına onların faziletleri dolayısıyla özellikle mağfiret vaadinde bulunmuş olunması da mümkündür. Her ne kadar bütün mü’minlere mağfiret vaadinde bulunmuş ise de.
Âyet ile ilgili bir başka cevab daha vardır: O da buradaki edatının ifadeyi pekiştirici olmak üzere gelmiş olmasıdır. Yani yüce Allah onların hepsine bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vaadetmiştir. Bu durumda bu ifade Arabın: "Bütün kumaştan bir gömlek yaptım" anlamında olmak üzere demesi gibidir. Halbuki burada; (........) edatı herhangi bir kısmi mana ifade etmemektedir. Kur'ân-i Kerîm'den bu kullanımın delili de yüce Allah'ın:
"Kur'ân'dan mü’minler için bir şifa ve rahmet olanı kısım kısım indiririz" (el-îsra, 17/82) âyetidir ki; bu da Biz Kur'ân'ı şifa olarak indiriyoruz, demektir. Çünkü Kur'ân'ın herbir harfi bir şifadır. Yoksa şifa onun bir kısmında var, bir kısmında yok değildir. Diğer taraftan dilcilerden bazıları cins bildirmek için geldiğini söylemiştir. Bu durumda ifade: Biz Kur'ân türünden, Kur'ân olmak özelliğinden ve Kur'ân bakımından şifa olmak özelliğini taşıyanı kısım kısım indiririz, takdirindedir. Şair Züheyr de söyle demiştir:
"Acaba göçten sonra Um Evfa'dan evin geriye kalmış izleri mi var;
(sordum da bana) cevab veremedi."
O; Um Evfa tarafından yahut onun evlerinden geriye kalmış izler mi var, demek istemiştir. Bir başka şair de şöyle demiştir:
"Çokça bağış veren ve onları isteyen kardeşten;
Çokça ihsanlarda bulunan o efendiden, haksızlık görülmez."
O halde burada bu edat hiçbir şekilde kısmilik ifade etmemektedir. Çünkü anlatmak istediği çokça bağışta bulunan ve efendi birisi olduğundan Ötürü haksızlığı hiçbir şekilde kabul etmediğidir.
Şiirdeki "nevfel (çokça veren)" demektir. "Züfer (efendi)" de insanların adına ağırlıkları ve yükümlülükleri kaldırıp taşıyan kimse, onlar adına bunları yüklenen kişi demektir.
5- Ashab-ı Kiram'ın Değeri:
ez-Zübeyr (b. el-Avvam)ın soyundan gelen Ebû Urve ez-Zübeyrî şunu rivâyet etmektedir: Malik b. Enes'in yanında idik. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabının değerini küçümseyen bir adamdan sözeıtiler. Malik şu:
"Muhammed Allah'ın Rasûlüdûr. Onunla birlikte olanlar... ekincilerin hoşuna giden bir ekin gibidir. Bununla kâfirleri öfkelendirmek İçin (bu misali verdi)" âyetini okudu. Sonra dedi ki: İnsanlar arasından kalbinde Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından birisine olsun bir kin bulunduğu halde sabahı eden bir kimseyi bu âyet çarpar. Bunu el-Hatib Ebû Bekr zikretmektedir.
Derim ki: Gerçekten de Malik çok güzel söylemiş ve âyeti böyle tevil etmekte isabet etmiştir. Onlardan birisinin değerini küçük gören yahut yaptığı rivâyette birilerine dil uzatan bir kimse, âlemlerin Rabbi olan Allah'ın âyetini reddetmiş, müslümanların şeriatlerini iptal etmiş olur. Çünkü yüce Allah:
"Muhammed Allah'ın Rasûlüdûr. Onunla birlikte olanlar kâfirlere karşı sert ve katı...dır lar" diye buyurmaktadır. Yine yüce Allah:
"Yemin olsun ki ağacın altında sana bey'at ederlerken, Allah mü’minlerden razı olmuştur." (el-Feth, 48/18) diye buyurmuştur ki onlara övgüleri ihtiva eden, onların lehine doğrulukla ve kurtuluşa ermekle tanıklığı ihtiva eden daha bir çok âyet-i kerîme vardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Mü’minler arasında Allah'a verdikleri sözde içtenlikle sebat gösteren nice yiğitler vardır." (el-Ahzab, 33/23);
"Yurtlarından ve mallarından çıkartılıp uzaklaştırılmış olan ve Allah'ın lütuf ve rızasını isteyen, Allah'a ve peygamberine yardım eden fakir muhacirler içindir. İşte onlar sadıkların ta kendileridir." (el-Haşr, 59/8) Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlardan evvel Medine'yi yurt edinip îmana sahib olanlar ise... İşte onlar umduklarını bulanların ta kendileridir." (el-Haşr, 59/9)
Yüce Allah onların o zamanki hallerini ve sonunda işlerinin nereye varacağını bilmekle birlikte bu buyrukları indirmiştir.
Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "İnsanların en hayırlıları benim çağdaşlarımdır. Sonra onların arkasından gelenler..." Btıhari, II, 938, III, 1335, V, 2362; Müslim, IV, 1^3; Tirmizi, IV, 500, 548, 549, V, 695; Müsned, I, Î78, 417, 434, 442. diye buyurmuştur.
Bir başka hadisinde şöyle buyurmuştur: "Ashabıma dil uzatmayınız, sizden herhangi bir kimse Uhud dağı kadar altın harcayacak olsa dahi, onlardan herhangi birisinin harcadığı bir müdde, hatta onun yarısına dahi denk olamaz." Buhârî, III, 1343; Tirmizi, V, 695; Ebû Davud, IV, 214; İbn Mace, I, 57; Müsned, III, 11, 54, 63, VI, 6. Bu iki hadisi de Buhârî rivâyet etmiştir.
Bir başka hadiste de şöyle buyurmaktadır: "Sizden herhangi bir kimse yeryüzünde bulunanın tamamını infak edecek olsa bile, onlardan birisinin harcadığı bir müdd ve hatta onun yarısı kadar dahi olamaz." Ahmed b. Muhammed el-Hallal, es-Sünne, II, 481.
Ebû Ubeyd dedi ki: Bu eğer bu kadar malı tasadduk edecek olsa bile onlardan herhangi birisinin infak etüği bir müddüne ya da yarım müddüne eşit otamaz, demektir. Çünkü burada: "lâfzı "yarım" demek olan ile eş anlamlıdır. Aynı şekilde (onda bir demek olan) öşre aşir, (beşte bir demek olan) humsa hamiş, (dokuzda bir demek olan) tis'a tesi', (sekizde bir demek olan) sunine semin, (yedide bir demek olan) subua sebî', (altıda bir demek olan) süduse sedîs, (dörtte bir demek olan) rubua rabi' de denilir. Ancak Araplar (üçte bir demek olan) sülüs için selîs demezler.
el-Bezzâr'da Cabir'den sahih ve merfu olarak şöyle bir hadis zikredilmektedir: "Şüphesiz Allah ashabımı nebiler ve rasûller hariç bütün âlemlere üstün kılıp seçmiştir. Benim ashabımdan da dört kişiyi seçmiştir. -Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Alî'yi kastetmektedir- ve onları benim ashabım kılmıştır. Yine Peygamber: "Ashabımın tümünde hayır vardır" Bir önceki nota bakınız. diye buyurmuştur.
Uveym b. Saide şöyle demiştir; Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Aziz ve celil olan Allah beni seçti. Benim için de ashabımı seçti. Onlar arasından bana vezirler, damatlar ve dünürler kıldı. Kim onlara söverse, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti üzerine olsun. Allah kıyâmet gününde ondan ne bir tevbe, ne de bir fidye kabul etmesin. " Ahmed b. Muhammed el-Hallal, es-Sünne, III, 515; Ebû Nuaym, Hitye, II, 11.
Bu anlamdaki Hadîs-i şerîfler pek çoktur. O halde onlardan herhangi birisine dil uzatmaktan çokça sakınmak lazım. Dine dil uzatan kimsenin yaptığı gibi yaparak şöyle demekten sakınmak gerekir: Güya muavvizeteyn
(Felak ve Nas sûreleri) Kur'ân'dan değilmiş. Bunların Kur'ân'da yazılacaklarına ve indirilen Kur'ân arasında bunların yer aldıklarına Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sahih bir hadis gelmemişmiş. Bundan tek bir istisna ise Ukbe b. Amir'den gelen rivâyetmiş. Ukbe b. Amir ise zayıfmış, ondan başkası bu hususta ona muvafakat etmemiş, bundan dolayı da onun rivâyeti bir kenara bırakılmalıymış.
Ancak bu, daha önce Kitab ve sünnetten sözünü ettiğimiz delilleri reddetmek, ashab-ı kiramın din diye bize naklettiklerini çürütmek demektir. Ukbe b. Âmir b. Îsa el-Cühenî, iki sahih kitab olan Buhârî ve Müslim'de ve diğerlerinde bize şeriatin rivâyetini nakledenlerden birisidir. Dolayısıyla o yüce Allah'ın övdüğü, niteliklerini belirttiği, kendilerinden övgüyle sözettiği mağfiret ve büyük bir mükâfat vaadettiği kimselerdendir. Onun ya da ashabından herhangi birisinin yalan söylediğini iddia eden bir kişi şeriatın dışına çıkmış olur. Kur'ân-ı Kerîm'i reddetmiş, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a dil uzatmış olur. Onlardan herhangi birisinin yalancı olduğu söylenecek olursa, ona dil uzatılmış, sövülmüş olur. Çünkü Allah'ı inkardan sonra, yalandan daha utanılacak, ondan daha ayıp ve ondan daha büyük bir iş yoktur. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabına dil uzatıp, onlara şovenleri lanetlemiştir. Onların en küçüklerini -ki aralarında küçük kimse olmaz- dahi yalanlayan bir kimse, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in tanıklık ettiği ve ashabından birisine söven yahutta onun aleyhine söz söyleyip dil uzatan herkesin yakasından ayrılmaz bir ceza olarak tesbit ettiği Allah'ın lanetinin kapsamına girer.
Ömer b. Habib'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Harun er-Reşid'in meclisinde butundum, Bir mesele sözkonusu edildi, hazır bulunanlar o mesele hakkında tartışıp durdular, sesleri yükseldi. Aralarından birisi Ebû Hüreyre'nin, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiği bir hadisi delil gösterdi. Onlardan birisi hadisin merfu olduğunu belirtti, derken karşılıklı iddialar ve tartışmalar artıp durdu. Nihayet onlardan birisi; Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın böyle bir hadis söylediği kabul edilemez. Çünkü Ebû Hüreyre yaptığı rivâyetlerde İtham altındadır. Hatta onun yalan söylediğini açıkça bildirmişlerdir, dedi. Ben er-Reşid'in de bu kesime meylettiğini, onların sözlerini desteklediği görünce şöyle dedim: Bu hadis Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sahih olarak gelmiştir. Ebû Hüreyre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan olsun, başkasından olsun yapmış olduğu bütün rivâyetlerde doğru sözlüdür ve yaptığı nakiller sahihtir. Harun bana kızgın bir şekilde baktı. Ben de meclisten kalkıp evime gittim. Aradan fazla zaman geçmeden bana; Harun'un postacıbaşı kapıda dediler. Yanıma girdi ve bana şöyle dedi; Mü’minlerin emirinin çağrısını öldürülecekmiş gibi kabul et ve gel. Hanutunu, kefenini de giyin. Ben de şöyle dedim: Allah'ım sen de biliyorsun ki ben Senin Peygamberinin sahabesini savundum ve Peygamberinin ashabına dil uzatılmasın diye Peygamberini yücelttim. Ondan gelecek zarardan Sen beni koru.
Altından bir tahtın üzerinde oturmuş olduğu halde Harun'un huzuruna alındım. Kollarını sıvamış, kılıcı elinde ve önünde de kafası uçurulacak kimseler için serilen deri de vardı. Beni görünce bana: Ey Ömer b. Habib dedi. Senin bana söylediğin şekilde şimdiye kadar hiçbir kimse bana karşı söz söylemiş ve savunmuş değildir. Ben: Ey mü’minlerin emiri dedim. Senin söylediğin ve uğrunda tartıştığın görüş Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı ve onun getirdiklerini küçültücüdür. Çünkü eğer onun ashabı yatan söyleyen kimseler ise şeriat de batıl demektir. Farzlar, oruç, namaz, talâk, nikâh ve hadlere dair hükümlerin tümü reddolunur ve makbul olamaz.
Harun kendisine geldi, düşündü, sonra da: Ey Ömer b. Habib bana hayat verdin, Allah da sana hayat versin, dedi ve bana onbin dirhem verilmesini emretti.
Derim ki: Ashabının tümü adaletlidir. Allah'ın gerçek veli kulları ve seçkinleridir. Peygamberlerden ve rasûllerden sonra bütün insanlar arasında seçtiği kimselerdir. Ehl-i sünnetin mezhebi ve bu ümmetin İmâmlarının bulunduğu cemaatin benimsediği kanaat budur. Kendilerine aldırış edilmeyen bir azınlık, ashabın durumunun diğerleri gibi olduğunu ve dolayısıyla onların adaletlerinin de araştırılması gerektiğini söylemiş ise de buna iltifat edilmez.
Onlardan kimisi işin başındaki durumları ile sonraki halleri arasında fark gözeterek şöyle demiştir: Onlar o vakit adalet sahibi idiler, fakat daha sonra durumları değişti. Aralarında savaşlar ve kan dökmeler ortaya çıktı. Dolayısıyla araştırmada bulunmak kaçınılmaz bir şeydir.
Ancak bu reddolunur, çünkü ashab-ı kiramın hayırlıları ve faziletlileri -Alî, Talha, Zübeyr ve diğerleri gibileri- yüce Allah'ın kendilerinden övgü ile sözedip, tezkiye ettiği, kendilerinden razı olup onları razı ettiği ve
"bir mağfiret ve büyük bir mükâfat" vaadetmiş olduğu kimseler bulunmaktadır. Özellikle Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın verdiği haber gereğince cennetlik oldukları kesin olan "aşere-i mübeşşere" peygamberlerinden sonra peygamberlerinin bu hususu kendilerine haber vermesi ile birçok fitnelerle ve cereyan edecek birçok olayla karşı karşıya kalacaklarını bilmekle birlikte, kendilerine uyulacak önder kimselerdir. Bu durumlar onların mertebelerini ve faziletlerini düşürmez. Çünkü bu işler içtihada dayalı işlerdi ve her müetehid isabet etmiştir. Bu hususlara dair etraflı açıklamalar yüce Allah'ın izniyle el-Hucurat Sûresi'nde gelecektir.
el-Fetih Sûresi'nin tefsiri -yüce Allah'a hamdolsun ki- burada sona ermektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder